Seksenli yılların sonuna dek iki kutuplu bir dünyada yaşıyorduk.
İki birbirine zıt ideoloji dünya üzerinde “soğuk” bir savaşı sürdürüyor,
kimi zaman söz konusu savaşın ısısı Üçüncü Dünya’nın uzak köşelerinde
yükseliyor, silahlar konuşuyordu. Ama ne olduysa oldu, 1990′lara ayak
basarken birden bire “komünist” kanat çöküverdi. Yıllardır “dünyayı
tehdit eden” ideolojik ve askeri gücünün nasıl böyle aniden eriyebildiği
ise akıllarda bir soru olarak kaldı.
Bu soru halen merak uyandırmaktadır. 10 yıl önce hemen herkes
tarafından neredeyse “hiç sona ermeyeceği” düşünülen Soğuk Savaş nasıl
böyle birden bitiverdi? Sovyetler’in kağıttan kaplan olduğu yıkıldıktan
sonra anlaşıldı, peki o zaman on yıllardır bu “iki kutuplu dünya” nasıl
varlığını sürdürebilmişti? Bu sorunun cevabı belki de “dünyanın resmi
tarihi”nin biraz incelenmesiyle daha iyi anlaşılabilir.
Kitabın diğer bölümlerinde Ortadoğu’nun, faşizmin ve diğer pek çok
önemli konunun göründüğünden daha farklı olabildiğine tanıklık ettik.
Acaba aynı şey komünizm ve Soğuk Savaş için de söz konusu mu? Yıllardır
tüm dünyayı tedirgin eden Soğuk Savaş, acaba göründüğünden farklı bazı
ilginç hesapları içeriyor muydu?
Komünist Parti’nin ünlü propaganda afişlerinden biri.
Bunun için önce şu soruya cevap vermek gerek: Soğuk Savaş taraflar
için –özellikle Batı içinde yer alan belli gruplar açısından- gerçekten
tehlikeli ve tedirgin edici miydi? Bu gruplar, iki kutuplu dünyadan ne
kadar rahatsız oluyorlardı ya da oluyorlar mıydı? Bu soruya gazeteci
yazar Mehmet Ali Birand’ın öne sürdüğü bir düşünceyle ışık tutalım:
“Batı, Sovyetler Birliği’nin dağılışından bu yana kendine
yeni bir düşman arıyor.74 Komünizm son derece yararlıydı. Tek başına,
değişik ideoloji, değişik din veya renkteki insanı kolaylıkla
birleştirebiliyordu. “Komünizm geliverir” dendi mi, herkes
anlaşmazlıklarını içine atar ve ortak bir hedefe doğru birleşirlerdi.
Şimdi komünizm tehlikesi bitince adeta düşmansız kalındı. Yeni bir
düşman, yeni bir cepheleşme aranır oldu.” (Mehmet Ali Birand, Sabah, 13
Mart 1993)
Evet, komünizmin varlığı Batı için -özellikle bundan menfaat sağlayan
bazı gruplar için- öyle büyük bir tehlike değildi. Tam tersine büyük
bir avantajdı. Doğu ve Batı arasında gerçekleştirilen silahsız savaşın
ne uğruna yapıldığının düşünülmesi, bu avantajın ne yönde olduğunu bize
açıklayacaktır. Sözde ABD ve Sovyetler iki zıt ideolojinin savaşını
veriyordu. Birisi “özgürlük ve demokrasi” diğeri “proleterlerin ve
ezilenlerin hakları”nı savunur görünüyordu. Ama “icraat”a bakıldığında
-çoğu insan için- bu idealist sloganların hiç de önemli olmadığı
anlaşılıyordu.
Sovyetler, Doğu Bloku ülkelerini ya da Afganistan’ı proleterleri
korumak için mi işgal etmişti? 60 milyon “rejim aleyhtarı”nı, “halk
rejimi sosyalizm” için mi öldürmüştü? Liderleri hiç de Marxist teoride
söylendiği gibi, devleti feshedip yönetimi halka bırakmaya niyetli
değildiler. Diktatörlük, proleteryanın değil, komünist partili yönetici
elitlerin diktatörlüğüydü. Türk solunun ünlü isimlerinden M. Ali Aybar,
“Leninist Parti, Burjuva Modelinde Bir Örgüttür” adlı kitabında, Sovyet
sisteminin, hiç de “işçi sınıfı”nı iktidara getirmediğini, tam tersine
“burjuva” benzeri bir tür yönetici elit kadrosunun despot rejimi haline
geldiğini ayrıntılarıyla anlatır.
Bu sorulara kolayca “hayır” cevabı verebiliriz. Bu durumda
karşılaştığımız gerçek, on yıllar boyu sürdürülmüş olan Soğuk Savaş’ın,
ideolojik temellere ve “idealist” yaklaşımlara dayanmadığıdır. Bu
ideolojik karşıtlık, iki ülkenin halkları için ya da diğer ülkelerin
ateşli Amerikan ya da Sovyet taraftarlarının bir kısmı için geçerli
olabilir, ama süper güçlerin lider kadrolarında yer alan bir kısım
insanlar için söz konusu değildir. Söz konusu Amerikan ya da Sovyet
yönetici elitlerin hesapları, ideoloji üzerine değil, “çıkar” üzerine
olmuştur.
Bu sihirli kelimeyi “çıkar”ı inceleyelim. Yine bir soru soralım.
“Çıkar” kimin çıkarıdır? Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, bu “çıkar”
kesinlikle sokaktaki adamın çıkarı olamaz. Vietnam Savaşı’nın ya da
Afganistan’ın işgalinin ABD ve Sovyet toplumları için, oğullarını
kaybetmek ya da en azından ekonomik sıkıntı içine düşmekten başka hiçbir
sonucu olamazdı. Vietnam Savaşı, örneğin, ABD’li silah tüccarlarının
çıkarlarına uygundu. Her iki kutupta da yönetici elit içinde yer alan
bazı çevreler, ellerindeki propaganda araçlarını da kullanarak
–Sovyetler’de resmen ve tümüyle ABD’de ise örtülü bir biçimde ve büyük
ölçüde bu propaganda araçları yönetici elitin güdümündeydi– çıkarları
doğrultusunda uyguladıkları eylemleri süslü ideolojik sloganlarla
destekler ve meşrulaştırırlardı. Söz konusu insanlar, yalnızca “yolcu”
politikacıları değil, hatta onlardan daha çok, çeşitli örgütlenmeler ve
güç merkezleri sayesinde “hancı” haline gelebilmiş kişileri içeriyordu.
Bu sisteme karşı çıkan Başkan Kennedy’nin uğradığı son bu yönden
düşündürücüdür.
Bu noktadan biraz daha ileri giderek, her iki blokun da yönetici
elitlerinin –ideolojileri ciddiye almadıkları gerçeğini de göz önünde
bulundurarak– bir anlamda bir anlaşma içinde bulunduklarını düşünelim.
Her iki blokun da politik dengeler ne kadar gerginleşirse gerginleşsin,
herşeye rağmen ‘detant’ın (yumuşamanın) zedelenmeyeceği’ni özellikle
belirtmeleri dikkat çekiyordu. Çünkü detant, politik yumuşamanın değil,
ekonomik yumuşamanın adıydı. Bu da “çıkar” anlamına geliyordu. Kimi
Batılı şirketlerin –her iki tarafında yönetici elitleri için karlı olan–
Rusya’daki yatırımlarının zarar görmemesine özellikle dikkat
ediliyordu. Sanki iki taraf arasında yazılı olmayan fakat “fiili
durumla” kendini belli eden bir anlaşma vardı.
Sonuçta her iki tarafın yönetici elitlerinin “çıkar” gibi ortak bir
hedef peşinde iken, “çıkar”larının örtüşmesi ve bunun sonucunda
görünmeyen bir ittifak uyguladıkları gibi bir düşünce öne sürebilir. Bu
haliyle, yalnızca mantıksal bir varsayım olan bu düşünce ilerleyen
satırlarda ele alınacaktır.
İki blokun yönetici elitleri arasında bir çeşit ittifak olduğu
düşüncesi, acaba realiteye uygun mu? Bu soruya çoğu kimse ilk başta
olumsuz cevap verebilir. Dünyanın “resmi tarihi”, dünyanın yönetimini
paylaşanlar tarafından yazılır ve telkin edilir. Bu nedenle, Sovyetler
ve ABD’nin, hatta daha ileri gidersek kapitalizm ve sosyalizmin arasında
bir çeşit “ittifak” olabileceği düşüncesi, genel kabul gören doğrulara
çok terstir. Bu bölümde, söz konusu “telkin edilmiş kabul”lerin dışına
çıkarak bu konuyu incelemeyeceğiz.
Elbette böyle bir ittifakın olabilmesi için, kapitalist ve sosyalist
liderlerin –tabii hepsini kastetmiyoruz– arasında görünmeyen bir bağ
olması gerekiyor. Gizli ve dışa kapalı, yalnızca kendi üyeleri arasında
tam mahiyeti bilinen bir örgütlenme bunu sağlayabilir. Bu örgüt
masonluktan başkası değildir.,
Karl Marx’ın Bulanık Görüntüsü
Marx
Marx, “sosyalizmin babası”, sömürülen işçi sınıfının en büyük
“koruyucusu”, materyalizmin ateşli savunucusu ve dinin de en büyük
düşmanıydı. “Proleterler”e sözde bir yeryüzü cenneti vaat ediyordu.
Şartı ise insanlarının din ahlakını tamamen göz ardı etmeleriydi. Bu
konuda, aslında kapitalist Batı görüşüyle ortak bir noktada, “din
dışı”lıkta birleşiyordu. Sosyal bilimci Karl Popper bile Marx ile Eski
Ahit (Tevrat) arasındaki paralellikten sözeder. Marx son derece dindar
bir Musevi aileden gelmesine rağmen, tüm bu mirasa yüz çevirmiş ve dini
reddetmişti. Marx’ın geçmişine bakmak bu tezleri doğrulayacak bilgileri
verir:
“Marx, Batı Prusya’da Yahudi bir ailenin oğlu olarak
doğmuştur. Babası Heinrich’in esas adı Hirchel Ha-levi ve bir Talmud
öğrencisi, dedesi ise haham. Marx’ın yazdığı ilk makale Yahudi
sorunlarıyla ilgili. Marx’ın ailesi birkaç nesildir Talmud öğrencisi,
Hirchel’in erkek kardeşi Truer’in başhahamı, Heinrich Marx, Hanrietta
Pressburg adında Nijmegen’li bir hahamın Macar kökenli kızıyla
evleniyor.” (Encyclopedia Judaica, cilt 11, sf.1071-1074)
Ancak ne ilginçtir ki Yahudi inancını reddeden Marx, bu inancın
içindeki dejenere bir öğretiden, yani Kabala öğretisinden etkilendi:
“Marx’ın yabancılaşma ve özgürlük teorileri sürgünden bir
dönüş gibi, Lurianic Kabala gibi anlaşılmalıdır. Fishman, Marx’ın
sosyal gerçek anlayışında Yahudiliğe dayalı bir yan bulduğunu ortaya
koydu.” (Jewish Chronicle, 10 Nisan 1992)
Yahudi dinini reddeden Marx, koyu bir din düşmanı oldu. Olayın bir de
“metafizik” boyutu vardı. Kabala’dan esinlenen Marx’ın, bunun sonucu
olarak “satanizm” (şeytana tapınma) ile de ilginç bağlantıları vardı:
“Gençlik dönemlerinde, Berlin Üniversitesi’nde Karl
Heinrich Marx, kin duygusunu depreştiren çok tehlikeli törensel bir tür
satanizme ilgi gösterdi. O günden sonra yazdığı şiirleri ‘Oulanem’e
adadı. ‘Oulanem’ şeytan için kullanılan mistik bir isimdi.” (The Keys of
This Blood, Malachi Martin, sf.200)
Marx’ın karanlık yönleri bunlarla sınırlı değildir.
Sosyalizm-kapitalizm birlikteliğinin ilk örneği belki de Marx’tır.
Çünkü, garip ama gerçek, ateşli burjuvazi düşmanı Karl Marx,
İngiltere’nin en büyük “burjuva”sı Yahudi banker Rothschild ve benzeri
kişilerle ilişki içindeydi.
“Marx’ın ekonomik görüşleri City of London’daki banka
kuruluşlarının ve özellikle The House of Rothschild (Rothschild
Bankası)’in görüşleri ile tamamen uyumlu idi, Karl Marx’ın Moskova’da
değil, Londra’da ortaya çıkmış olmasının bir rastlantı olmaması gibi.
Rothschildlar tarafından, Çar’ın Avrupa ve New York bankalarında bulunan
1 milyon dolarının getirilmesinin Bolşeviklerin zaferindeki payı da bir
rastlantı değildi. Marx’ın, Jenny von Westphalen’le olan evliliği
aracılığıyla İngiliz aristokrasisiyle olan yakın ilişkisini de çok az
kişi bilir.” (The World Order, A Study in Hegemony of Parasitism,
Eustace Mullins, sf.48)
Bunun yanı sıra Marx, devrin mason locaları ile de yakın iş birliği içindeydi. Almanya’da Adam Weishaupt’un örgütlediği
“illümine” masonların kurduğu “Bund der Gerechten” (Doğrular Birliği) Marx’ın ilişki içinde olduğu loca idi. Bu locanın ismi daha sonra “Bund der Kommunisten”e dönüştü.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’yu bu loca için kaleme aldılar. Manifesto’nun 20 yıl boyunca yazar ismi olmadan çıkmasının nedeni buydu.
“Komünist Derneği’ni yöneten illümine masonlar Karl
Marx’dan Bavyera İllümineleri’nin programını bir manifesto şeklinde
hazırlamasını istediler. Marx, 1847 Aralığı’nda çalışmalarına başladı.
Çalışmanın adı da Komünist Manifesto oldu. Marx’ın burada yaptığı,
Bavyera İllüminelerinin kurucusu olan Adam Weishaupt tarafından 70 yıl
önce geliştirilen devrimci prensip ve programları gün ışığına çıkarıp
düzenlemekti.” (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, Jacques
Bordiot, sf.102, 103)
“Komünist Manifesto’yu hazırlayan üçüncü kişi de yine
Yahudi bir aileden gelen Jean Laffite idi… Gerçekte Komünist
Manifesto’nun başlangıcı üç zengin burjuvaya dayanıyordu, Marx, Engels
ve Laffite”. (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, sf.120-131)
“Burjuvazi örgütü” olarak nitelendirilen masonluğun, Marx’ın ardından
komünizmin yayılması için gösterdiği gayret de ilgi çekiyordu. Bu
durum, ister istemez Paris Komünü’nde “kahramanca çarpışan” loca
üyelerini akıllara getiriyordu.
Anarşist Komünizmin Kurucusu: Joseph Proudhon
Komünist felsefenin gelişmesinde Marx’ın yanı sıra, başka ilginç
kişiler de vardı. Bunlardan biri “anarşist komünizm”in kurucusu
Proudhon’dur.
Proudhon, anarşist bir bireyciydi, geliştirdiği kuram ve doktrinler
‘Anarşizm’ diye tanındı. Proudhon fikirlerini, “Anarşi, bugünkü
toplumların, hiyerarşik ilkel toplumların var oluş şartıdır” diyerek
ifade etmekteydi.
(Meydan Larousse, cilt 10, syf. 349). 1840 yılında yayınlanan ünlü kitabı “Mülkiyet Nedir?”anarşist komünizmin temel kaynağı oldu.
“Proudhon, zamanın tüm sosyalist önderleri gibi masondu” (Le Nouvel Observateur, France 30 Ocak – 5 Şubat 1987 – Le Crapouillot, Yeni Dizi, no:49, Paris 1979)
Fikir alış verişinde bulunup yardımlaştığı çevresi de hep masondur. 1843-46 yılları arasında Paris’te Martin Nodand masondu
(Mülkiyet Nedir? Kronoloji Bölümü, sf.10), Bakunin de masondu.
(Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Liou, sf.102) Her
ikisi de Karl Marx ile sık sık görüşüp birlikte olmuşlardır. Marx, “La
Sainte Famille” adlı eserinde “Mülkiyet nedir?” i ve Proudhon’u uzun
uzun övmüştür.
Proudhon, 1848′de mason olan Fransa Kralı Napoleon Bonaparte
(Masonluk Üzerine, sf.10) ile tanışıp sürekli görüşmeye başlamıştı; hatta çevresindekiler Proudhon’u, Napoleon’un ajanı olarak nitelendiriyorlardı.
Proudhon’un ortaya attığı bu sapkın sistem, yani ANARŞİZM, kişi
üzerindeki her türlü otoritenin reddidir. Bu otorite özellikle din ve
ahlak öğretileri ve devlettir. Proudhon’a göre, hakim sınıfın maşası
olan devlet, en kısa zamanda yıkılmalı, yerini halkın tümünü temsil eden
bir rejime bırakmalıdır ve bu rejim de komünizmdir. Devletin yıkılması
için asıl yöntem kanlı ihtilallerdir. Tıpkı Fransız, Rus ve Alman
ihtilallerinde olduğu gibi. Ayrıca din ve ahlak öğretileri diye
adlandırdığı kıstasların da kişilerin özgürlüğünü engellediğini
savunmuştur. Bu yüzden devlet gibi, dini ve ahlakı da reddetmiştir.
Oysa bu değerlerin hiçbiri insan üzerinde otorite kuran unsurlar
değil, tam tersine insanın huzur ve güvenliği için şart olan öğelerdir.
Devletin, ahlaki değerlerin ve en önemlisi de din ahlakının olmadığı bir
ortam, sürekli kaosun hakim olacağı bir ortamdır. Kaos ise insanlığa
hiçbir zaman fayda getirmez.
Rusya’daki Komünizmin İlginç Öyküsü
Komünist ihtilal, Marx’ın öngördüğünün tersine, gelişmiş Batı’da
değil, tarım toplumu olan Rusya’da gerçekleşti. Bir diğer deyişle
“gerçekleştirildi”. Çünkü olayın sosyolojik faktörlerinin yanı sıra çok
önemli politik faktörleri vardı. Bu faktörlerin başında, Rus ihtilalinin
altyapısının büyük sermaye sahipleri tarafından gerçekleştirilmesi
geliyordu.
“Banker Jacop Schiff’in özel ajanı George Kennan 19.
yüzyılın ikinci yarısında Rusya’yı gezerek komünist ihtilalcilere para
ve silah sağlamıştı. Kennan ayrıca 1905′teki Rus–Japon Savaşı’nda
(savaştaki Rus yenilgisi ihtilale ortam sağladı) Japonlara finansman
sağladı. 1915′te New York’ta American International Corporation– AIC
(American Uluslararası Şirketi) kuruldu. Şirketin asıl hedefi, önceden
Schiff ve diğer bankerlerce desteklenen Bolşeviklere finansal yardım
sağlamaktı. Bu yeni firma S.P. Morgan, Rockefellerlar ve National City
Bank tarafından kurulmuştu. Yönetim Kurulu Başkanı National City’nin
eski Başkanı olan Frank Vanderlip’ti. Kendisi 1910′da Federal Rezerve
Kanunu’nu yazan grubun da üyesiydi. Yöneticileri; Pierre Du Pont, Kuhn
& Loeb & Co.’den Otto Kahn, Başkan George Bush’un büyük babası
George Herbert Walker; N.Y. Federal Rezerve Bankası Başkanı William
Woodward; Loeb Union Pacific Demiryolları’ndan Robert S. Lovett; Perey
Rockefeller, John D. Ryem, A. Stillman, A.P. Wiggin ve Beekman
Winthroop’tu.
1928′de AIC yöneticileri arasında Perey Rockefeller, Pierre Dufont,
Kuhn&Loeb Co.’den Elisha Walker ve Lazara Freres’den Frank Artschul
vardı. Komünistlere yardım programında AIC, büyük ölçüde Morgan Guaranty
Trust ile iş birliği yaptı. 1903′te Guaranty Trust’ın yöneticileri;
First National Bank’ın kurucusu George F. Baker; Rothschildlerin
temsilcisi August Belmont; Union Pasifik Demiryolları kurucusu E.H.
Harrimon; ABD eski Başkan Yardımcısı Levi Morton; John D. Rockefeller’in
Standart Oil’da ortağı olan Henry H. Rogers: H. Mc. Twobly ve Frederick
W. Vanderbilt idi.
Hiç kimse bu büyük bankacıların ‘anti-kapitalist’ bir komünist
ihtilali finanse edeceğini tahmin edemezdi. Ama aynen böyle oldu. Aynı
kişiler Woodrow Wilson’un seçim kampanyasını da finanse ettiler. Wilson,
Paris Barış Konferansı’nda: ‘ABD’de Bolşevizme yakın kişiler vardır,
çünkü bu rejimle istedikleri birey modelini oluşturmak için bir fırsat
doğmuştur’ diyordu. Wilson’un bahsettiği bu kişiler Morganlar ve
Rockefellerlar’dı.” (The World Order – A Study in the Hegemony of
Parasitism, Eustace Mullins, sf.64, 65)
Bu anlaşılması zor ilişkide Rothschild, Schiff, Rockefeller, Morgan
gibi isimlerin geçiyor olması ister istemez “Siyonizm faktörü”nü akla
getirmektedir. Olayı bu yönüyle incelediğimizde ise ilginç başka
bilgilere rastlarız.
Joseph Proudhon
“Yahudiler, Bolşevizmin ve Sovyet rejiminin kuruluş yıllarında çok önemli rol oynamışlardır. Komünizmin
Rusya’da ve daha sonra Avrupa’da yaptığı atakta, Yahudiler Sovyet reji
minin yerleşmesinde büyük pay sahibidirler” (Encyclopedia Judaica, cilt
5, sf.792)
Bu “faktör”ün en önemli temsilcilerinden biri Parvus Helphand’dır.
Asıl adı Israel Helphand olan Yahudi yazar, 1904 Rus–Japon Savaşı’nın
olacağını 1895 yılında yazmış ve bu savaşın Rus devrimiyle
sonuçlanacağını ileri sürmüştü. Parvus, daha sonra da komünist harekete
aktif destek verdi.
Seküler Yahudiler, komünist düşünceyi yaymak için Rusya’da çeşitli
organizasyonlar kurdular. Bunların en önemlileri The Bund (Yahudi İşçi
Partisi), The Farejnikte ve Po’alei Zion idi.
(Encyclopedia Judaica, cilt 5, sf.797)Bunlardan
özellikle The Bund, komünizmin gelişmesinde önemli rol oynadı. Daha
sonra Lenin’in önderliğinde devrimi gerçekleştirecek olan Rus Sosyal
Demokrat Partisi’ne katıldı.
“1905-1906 yılları arasında Bund bir çok konuda
Bolşeviklerle beraberdi. Bund onların yardımı sayesinde Sosyal Demokrat
Parti’nin Stockholm’deki kongresinde bütün Rus organizasyonlarının
arasına döndü” (Encyclopedia Judaica, cilt 4, sf.1501)
Komünizmin Yahudilikle olan bağlantısı hakkında o dönemde ilginç tezler üretiliyordu:
“A. Lunacharsky dinle ilgilenen bir kişiydi. Kitab-ı
Mukaddes’in, özellikle peygamberlerin devrimci yanları olduğunu ve
Tevrat ile işçi dini arasında bağlantı olduğunu söylüyordu. Maxim Gorki
ise antisemitizmi kınıyordu. Gorki, Siyonizm konusundaki pozitif
düşüncelerini ilk olarak 1902′de kaleme aldı. 1906′da Bolşeviklere
katıldığında kitabını tekrar yayınladı. Yahudi etniklere yardımı ve
onları güçlendirmeyi savunuyordu.” (Encyclopedia Judaica, cilt 5,
sf.796)
Komünist İhtilalin Kapitalist Finansörleri!
Rus İhtilali’nin en önemli finansörlerinden Jacob Schiff
“Hiçbir ihtilal teşkilatsız ve parasız gerçekleştirilemez. Sömürülen
yoksul kitleler bunlardan birincisini kısmen sağlar, parayı ise asla!
Sermaye sahipleri ise her ikisinin de üstesinden gelirler.” (Gary Allen,
Sermaye ve Sosyalizm, sf.96-97)
İhtilalin finansman gibi çok önemli bir sorununun kimler tarafından
halledildiği incelendiğinde yine garip tablolara, sosyalizm-kapitalizm
arasındaki ilginç birlikteliklere rastlanır:
“ABD’nin Rusya Büyükelçisi’nin, Dış İşleri Bakanlığı’na gönderdiği telgraf:
Dosya No: 881.00/288
Rusya’daki Büyükelçi (Francis)den Dış İşleri Bakanı’na.
Petrograd, 19 Mart 1917, saat 09:00 (20 Mart saat 18:00′de alındı)
Asayiş berkemal, Çar ve Çariçe’nin tahtı terk etmelerinden sonra Dük
Mikhail gibi tahtta hak iddia edecek kimselere ve bu tür girişimlere
karşı her türlü tedbir alınmıştır. Geçici hükümetin paraya acilen
ihtiyacı olduğu için, İngiltere Rusya’ya mali yardımda bulunmuştur ve
bütün müttefikler yeni hükümeti tanıyıncaya kadar da muhtemelen yardıma
devam edecektir. Acil bir yardım çok yerinde olur. Şimdi Amerika’dan
gelecek bir mali yardım ise en iyisi olurdu. Bu ihtilalin başarılı
olması, Yahudiler için çok önemlidir. Şayet Yahudiler bu şekilde mesafe
katederlerse, bu hususta gizliliğe titizlikle uyulması lazım gelecektir.
Aksi takdirde ihtilal, burada sayıları bir hayli kabarık olan Yahudi
aleyhtarlarının muhalefetini uyandıracak bir safhaya girebilecektir.
FRANCIS” (Henry Coston, Lectures Françaises, Numero Special, Nisan 1963)
Rus İhtilali’nin gerçekleştirilebilmesi için dev boyutlarda para
harcandı. Küçük bir grubun koca bir devleti ele geçirebilmesi şüphesiz
büyük ölçüde maddi güce dayalıdır. Üstteki telgrafta ifade edilen hayati
öneme sahip bu parayı kimler vermişti? Rus devriminin maddi desteğini
sağlayanlar dünya çapında faal büyük Yahudi bankerlerdi. Bunların
başında ihtilalde en az Lenin kadar rolü olduğu söylenen Jacob Schiff
geliyordu.
“Roger Lambelin ile O. Pettrovsky gibi yazarlar da I.
Dünya Savaşı’ndan önce, Amerika’da, Yahudi bankerler tarafından,
Rusya’daki devrimci faaliyetleri, propagandaları desteklemek amacıyla
bir ortak fon kurulduğunu yazıyorlar. 1917 baharında ise Jacob Schiff,
devrime verdiği parasal destekle Çarlık rejiminin devrilmesinde en büyük
payın sahibi olmakla övünüyordu.” (Czarism and the Revolution, Arsene
de Goulevitch, sf.10)
Lenin ve arkadaşlarına para yağdıranlar arasında Warburg ailesi ve
ihtilalin “kahin”lerinden olan Yahudi asıllı Parvus da vardır.
“Lenin ünlü mühürlü vagon içerisinde yola çıkarıldı.
Beraberinde 5-6 milyon dolar tutarında altın para bulunduruyordu. Bu işi
yapanlar, Alman yüksek makamları ile Max Warburg ve bütün hayatı
boyunca Sosyalist olan Alexander Helphand’dır. A. Helphand çok zengin
biriydi ve Parvus takma adını kullanırdı. (Sermaye ve Sosyalizm –
Orijinali: None Dare Call It A Conspiracy, Gary Allen, sf.90-91)
İhtilalin finansörlerinin sayısı oldukça kabarıktır. Bunların hepsi de uluslararası Yahudi bankerlerdi:
“Yahudi Schiff’in Bolşevik İhtilali’ndeki rolü, müttefik
haber alma servislerince iyi bilinmektedir. Bu noktadan hareketle
Bolşevizmin bir Yahudi hareketi olduğunu söyleyenler vardır… Daha
sonraları ortaya çıkarılan belgelerle, ihtilalin daha başka uluslararası
bankerler yanında, Schiff, Warburg ailesi, Rockefellerlar ve
Morganların desteğiyle gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. Belgeler,
Morgan kuruluşlarınının da Kızıl İhtilal için en az bir milyon dolar
harcamış olabileceğini göstermektedir…
Bolşevik İhtilali’nin diğer büyük parasal destekçisi de Lord Alfred
Milner adlı İngilizdir. Milner, ‘Round Table Groups’ adlı gizli bir
örgütün organizatörü ve başıdır. Bu örgüt, Lord Rothschild tarafından
desteklenmektedir.” (Sermaye ve Sosyalizm – Orijinali: None Dare Call It
A Conspiracy, sf.92-93)
Uluslararası Yahudi örgütü B’nai B’rith ve İskoç riti localarının da aktif desteği söz konusuydu:
“B’nai B’rith Çarlık aleyhtarı isyankarlara silah sağladı. Böylece B’nai B’rith, 1905 Rus İhtilali’nde aktif bir rol oynadı. Bu
hareket nedeniyle ünlü Amerikan Yahudileri Bolşevik olmakla itham
edildi. Kuhn, Loeb Company sahibi Warburg ailesi Lenin’i ve Troçki’yi
finanse etti; baba oğul ‘Bolşevik ajanları’ Yahudi Julius ve Armand
Hammer ABD Komünist Partisi’ni kurdu ve Amerika’da Bolşevik hareketini
yayarak 1917 Sovyet İhtilali’nden sonra ülkede on yıl geçirdi. Aslında
Çar’ın devrilmesi ve Rusya’da Bolşeviklerin başa geçmesiyle İskoç riti
tarafından oluşturulan hedefler gerçekleştirildi.” (The Ugly Truth about
the ADL, Executive Intelligence Rewiev, sf.27)
Rus İhtilali’nin en büyük rolünü Lenin’in liderliğinde 1898 yılında
kurulan Rus Sosyal Demokrat Partisi üstlenmiştir. Bu parti 1903 yılında
Bolşevik ve Menşevik isimli iki gruba ayrılır. Bolşevikler, ki devrimi
yapacak olanlar onlardır, komünizmin devrim yoluyla Rusya’ya gelmesi
gerektiğini savunurken, Menşevikler aynı sonuca ihtilalsiz de
ulaşılabileceği tezini savundular. Menşevik kanadın gücü kısa sürede
azalarak önemini yitirdi. Bolşeviklere gelince;
“Bolşevik grubunun (1912-13′de Bolşevik Partisi oldular),
organizasyonu ve propagandasının oluşumu sırasında birçok Yahudi aktif
rol oynamıştır. Bu Yahudilerin sayıları 1917 Şubatı ile Ekimi arasında
Rus devriminde hızla yükseldi.” (Encyclopedia Judaica, cilt 5 sf. 794)
Yahudilerin bu denli etkili oldukları parti, Yahudilik konusunda kendisini ortaya koydu.
“Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin III. Kongresi’nde Lenin,
işçi Yahudiler için özel bir başlangıç konuşması yaptı. 1900-1906
arasında Lenin Yahudilik konusunda kendisini şöyle tanımlamıştır:
Antisemitizm, asimilasyona karşı Yahudi milliyetçiliği, Sosyal Demokrat
Parti ve Bund arasındaki ilişki.” (Encyclopedia Judaica, cilt 5 sf. 794)
1917′de Petrograd’da Bolşevikler tarafından kışkırtılan halkla Çarlık askerleri arasında çıkan çatışmada çok sayıda insan öldü.
Rus Sosyal Demokrat Partisi, dışarıdan aldığı destekle birlikte
ihtilale doğru yürümeye başladı. Ülke içinde giderek artan
hoşnutsuzluklar, İmparatorluk hükümetinin parlamento rejiminin
kurallarına uymayı reddetmesi, reformların yavaşlığı gibi sebeplere 1905
Rus-Japon Savaşı da eklenince, ihtilalin ilk temelleri atılmış oldu.
Alman ve Amerikan Yahudi bankerlerinden oluşan Kuhn Loeb And Co. grubu
Rus Çarlığı’ndaki her türlü devrimci düşünce ve faaliyeti destekleyen
başlıca kuruluştu. Rus-Japon Savaşı, uluslararası şirketler grubunun
Yahudi Başkanı Jacob Schiff’e Çarlık hükümetine birkaç darbe vurmak
fırsatını verdi. “Amacımız elimize fırsat geçtikçe Rusya’ya
verebileceğimiz en ağır zararı vermektir” diyen Schiff, savaş boyunca
Rusya’yı çökertmek için Japonlara 200 milyon dolar para yardımında
bulundu. Ayrıca Kuhn Loeb ve şirketleri Japonların dışarıdan yaptıkları
borçlanmaları üzerine aldı.
Japonya karşısındaki bozgundan sonra Rusya’da monarşinin itibarı
iyice azaldı. Muhalefet, İmparator’dan liberal, sosyal ve parlamenter
bir rejim kurulmasını istedi. İhtilal Petersburg’da 22 Ocak 1905′te
(Kanlı Pazar) işçilerin ve bazı askerlerin ayaklanmalarıyla başladı.
Olaylar kanlı bir şekilde bastırılınca, Bolşevikler kendiliğinden
başlayan bu ayaklanmanın yönetimini ele geçirmeyi denediler.
Petersburg’da ‘Merkezi İşçi Sovyeti’ kuruldu. Genel grev tehdidi
karşısında Çar, 30 Ekim tarihli bildirisiyle bir Duma (meclis)
seçilmesine izin verdi. İhtilal bastırılmıştı ama Troçki’nin bir “genel
prova”, Lenin’in de ‘halkın yeni bir iktidar denemesi’ diye adlandırdığı
olay gerçekleşmişti. Gerçekten de asıl amacı genel bir prova niteliği
taşıyan 1905 Hareketi’nden, devrimi gerçekleştirecek olanlar gereğince
yararlandılar.
Schiff’in faaliyetleri I. Dünya Savaşı sırasında meyvelerini verdi.
İhtilalci olanlar, cephede savaşanların morallerini bozmak ve cephe
gerisindeki hoşnutsuzlukları kışkırtmak suretiyle Rus şehirlerinin
banliyölerinde karışıklıklar çıkarmayı başardılar. Propogandaları
ihtiyat askerleri arasında da iyi sonuçlar verdi; ihtiyat askerlerinden
meydana gelen bir alay cepheye gitmemek için isyan etti. Bu isyan
Çarlık rejiminin yıkılmasına yol açacaktı. Başkent halkı, 4 Mart’ta
fırınları yağmaladı. 7 Mart’ta kısmen grev başladı ve 9 Mart’ta
işçilerin de katılmasıyla siyasi bir nitelik kazandı. Savaşın
bitirilmesi ve hükümetin değişmesi isteniyordu. 8 Mart’da grev
genelleşti. Hareketin bu kadar çabuk yayılması karşısında şaşıran
sosyalist liderler işçilerden ihtiyatlı olmalarını istediler. Fakat 11
Mart’ta askeri birlikler de ayaklanınca başarı elde edilmiş oldu.
İmparatorluk hükümeti de 12 Mart 1917′de istifa etti.
Çarlık’tan Bolşevik Rejime Geçiş Aşaması:
‘Kerensky Hükümeti Locası’
1917 yılının Şubat ayında, “Şubat Devrimi” gerçekleşti. Rusya’nın
değişik yerlerinde, başta Redrozrad olmak üzere, ayaklanmalar başladı.
Sonunda 16 Mart’ta Romanov hanedanının son Çarı Nikola II tahttan
çekildi.
Bunun üzerine, Ekim’de gerçekleşecek olan Bolşevik Devrim’e kadar,
Kerensky önderliğinde bir sosyalist geçiş hükümeti kuruldu. Kerensky
hükümetinin en büyük icraatı ise, o dönemde çoğu hapiste ya da sürgünde
olan komünistleri serbest bırakmak, komünist liderlere zemin hazırlamak
oldu.
Resmin yayınlandığı L’Express dergisi Kerensky
hükümeti ile ilgili şu bilgiyi veriyordu: “Kerensky hükümetinin %99′u
masondu.” (L’Express, 17 Şubat 1992)
“Kerensky, Sosyal Demokrat olarak bilinirdi. Ama komünist
bir hükümete geçiş için basamak oldu. Kerensky komünistler ve diğer
ihtilalciler için ülkede genel af ilan etmişti. Bu aftan yararlananların
çoğu 1905′deki başarısız ‘Kızıl İhtilal’den sonra sınır dışı edilen
komünist ihtilalcilerdi. Bu aftan sonra 250 bin ihtilalci görevlerinin
başına iade edilmiş oldu” (None Dare Call it Conspriacy, Gary Allen)
Lenin Mayıs 1917′de, Putilov fabrikasının
işçilerine konuşurken. Bolşevik devrimiyle birlikte dünyada ilk kez
komünist bir rejim kurulmuş oldu.
“Kerensky, Lenin ekibinin ihanet suçuyla tutuklanmasını ya da sınıra
sürülmesini önledi” (Başlangıçtan Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi,
cilt 1, sf.90-91)
Kerensky hükümetinin başa geldiğinde ilk işi, Troçki ve Lenin gibi ihtilalcilerin serbest bırakılması için af çıkartmak oldu.
“Sosyalist Kerensky, üst dereceli bir masondur” (The Brotherhood, Stephen Knight, sf.33)
Kerensky’nin ekibi de masonlardan oluşmaktadır:
“1917 yılında Rusya’da ihtilal patlak verince, Londra ve
Paris’te 400 kadar Rus masonu 40′a yakın gizli dernek kurarak ‘Rusya
Halkları Mason Merkez Locası’ ilkeleri doğrultusunda birleştiler.
1917′de geçici hükümetin başında Kerensky vardı. Bu hükümetin
çoğunluğunu masonlar oluşturmaktaydı” (Dictionnaire de la
Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.1064).
Kerensky hükümetinin sağladığı geçiş dönemi boyunca Rusya’nın dört
bir yanında güçlenen komünist işçi birlikleri, 1917 Ekimi’nde Bolşevik
İhtilali’ni gerçekleştirdiler. Petrograd’daki kışlık saraya saldıran
Bolşevikler hükümeti istifa ettirdiler ve Lenin’in önderliğindeki
Bolşevik Parti iktidarı ele geçirmiş oldu. Bu arada üzerinde durulması
gereken bir kişi de, devrimin Lenin’den sonra ikinci lideri olan Leon
Troçki’ydi.
Devrimin İkinci Lideri: Leon Troçki
“Ekim Devrimi’nden evvel Şubat 1905 ve 1917′deki
ayaklanmalarda ‘Silahlı Elçi’ adı verilen Leon Troçki Bronstein çok
büyük rol oynamıştır.” (Şalom, 16 Aralık 1987)
Rus İhtilali’nin tek lideri genelde Lenin olarak tanıtılsa da gayet
iyi bilinir ki, devrimi Lenin ile birlikte gerçekleştirmiş olan ikinci
bir kilit isim vardır: Leon Troçki.
Solda Troçki’nin kurduğu Kızılordu yıllar boyu
komünist rejimin en önemli koruyucusu oldu. Sağda Troçki Petrograd’daki
III. Enternasyonel’de Paul Levy ile birlikte.
Judaica‘da Troçki şöyle anlatılmaktadır:
“Troçki, Ukrayna’da Ivanouka’lı bir Yahudi çiftçinin oğluydu. Odessa
Üniversitesi’nde matematik okumuş, fakat kendisini devrimci çalışmalara
adamak için öğrenimini bırakıp 1896′da yasa dışı Sosyal Demokrat
Parti’ye katılmıştı.”
(Encyclopedia Judaica, cilt 15, sf.1404)
Troçki’nin yetişmesinde en önemli rolü ise ünlü Yahudi Parvus oynamıştı:
“Troçki, Helphand (Parvus)’ın etkisi altında ‘sürekli
devrim’ teorisini oluşturdu. Rusya’daki burjuvazi rejimine göre,
Batı’daki sosyalist devrimden evvel sosyalist sahneye yol gösterdi.
Troçki, 1917 Şubat Devrimi’nin patlak vermesinden kısa bir süre sonra
Rusya’ya döndü ve Petrograd işçileri tarafından müthiş bir sevgiyle
karşılandı. Lenin’le iş birliği yaptı. Kerensky’nin geçici hükümeti onu
yakaladı, fakat kısa bir süre sonra serbest bıraktı. Hapishanedeyken
‘Bolşevik Merkezi Komitesi’ne seçildi. Aynı zamanda Petrograd
Sovyeti’nin ve onun Askeri Devrim Komitesi’nin başına geldi.”
(Encyclopedia Judaica, cilt 145, sf.1404)
Troçki, daha önceki başarısız devrim deneyinden sonra yurt dışına
kaçmıştı. Ekim Devrimi için Rusya’ya dönerken büyük bir sorun çıktı. Bu
sorunu halleden de Amerika’daki Yahudi finans lobisiydi:
“Troçki’nin Rusya’ya gitmek üzere, 27 Mart 1917′de New
York’u beraberindeki 275 ihtilalci ile terk ettikten sonraki ilk uğrak
yeri, Halifax (Kanada’da) oldu… Burada yakasını ele veren Troçki bir
Kanada hapishanesine atıldı. Ne var ki bir hafta yatmadan, İngiltere ve
Amerika’nın baskılarıyla serbest bırakıldı. Amerika ve İngiltere’yi
böyle bir müdahaleye itenler, bu iki ülkedeki dev kuruluşların milyarder
sahipleriydi.” (None Dare Call It A Conspiracy, Garry Allen, sf.90-91)
Leon Troçki 1917′de New York’tayken, Rusya’da Bolşeviklerin
hakimiyetini sağlamakla görevlendirildi. Rockefellerlar bu yolculuğu
için kendisine 10.000 dolar verdi. Başkan Woodrow Wilson’dan özel bir
pasaport alındı ve Lincoln Steffens koruması olarak gönderildi.
Troçki’nin gemisi Halifax’a yanaştığında Kanada Gizli Servisi onu
tutukladı ve Nova Scotia’da hapsetti. Başbakan Llyod George, Londra’dan
telgraf çekerek Troçki’nin serbest bırakılmasını istedi, fakat gizli
servis bunu umursamadı. Sonradan MacKenzie King anlaşmaya dahil oldu ve
Troçki’nin özgür kalmasını sağladı. Wall Street avukatı Thomas D.
Thacher’ın yardımıyla King, Kızılordu’yu kurdu. Troçki’yi tutuklayan
ajanlar kovuldu.” (The World Order, A Study in Hegemony of Paratism,
Eustace Mullins, sf.76)
Troçki, devrimde Lenin’le birlikte en büyük rolü oynadı. Devrim sonrasında ise Troçki’nin emrine Kızılordu verildi:
“Troçki, Mart 1918′de askeri ilişkilerin halk yöneticisi
olmuş, Kızılordu’yu organize etmiş ve iç savaş cephelerinde askeri
operasyonları yönetmiştir. Lenin’in yaşadığı dönemdeki parti içi
tartışmalarda terör devriminin meşruluğuna karşı olan rejimlere sert
solcu haliyle yaklaşmıştır.” (Encyclopedia Judaica, cilt 15, sf.1405)
Rus Yahudileri de Troçki kumandasındaki Kızılordu’yu benimsemişlerdi:
“Büyük sayıda Yahudi genci Kızılordu’ya katıldı.” (Şalom, 16 Aralık 1987)
“Troçki, Yahudi kökenli olmasının kendisi için politik bir engel
oluşturduğunun farkındaydı. 7 Kasım 1917 zaferinin ardından Lenin
kendisine ilk Sovyet hükümetinin başına geçmesini teklif ettiğinde,
Troçki reddederek ‘Sence düşmanlarımızın eline benim Yahudi olmam gibi
bir silah vermek akıllıca olur mu?’ demişti. ” (Encyclopedia Judaica,
cilt 1, sf.1406)
Lenin’in ‘Kapitalist’ Dostları!
Radikal hareketler, büyük paralar ve dış destek olmadıkça
gerçekleştirilemezler, 20. yüzyılın büyük tarihçisi Oswald Spengler,
solun düşman görünen büyük sermaye sahiplerinin, kontrol altında
geliştiğini gören bilim adamlarından biridir. Ünlü eseri Batı’nın Çöküşü‘nde
şöyle der: “Sermayenin yönlendirmediği hiçbir proleterya hareketi,
hatta bir komünist hareket şimdiye kadar görülmemiştir. Bu hareketlerin
sözde idealist liderleri büyük kısmı hiç şüphesiz sermaye tarafından
yönlendirilmiştir.” (Sermaye ve Sosyalizm (None Dare Call It A
Conspiracy), Garfy Allen sf.88)
Marx’ın en büyük öğrencisi Lenin, ondan ‘kapitalizmle gizli
birliktelik’ mirasını da almıştı. Yaptığı ihtilalin finansmanını büyük
sermayedarlardan bulan Lenin, ihtilalin ardından da aynı çevrelerden
destek gördü:
Vladimir Ilyiç Lenin
“Lenin, Beyaz Saray’daki güçlü arkadaşından, Wilson’dan yardım istedi. Wilson,
Kuhn & Loeb Co. avukatlarından ve eski Dış İşleri Bakanı Elihu
Root’u Özel Savaş Fonu’ndan 20 milyon doları Bolşeviklere vermesi için Rusya’ya
yolladı. Cömertlikte Wilson’dan geri kalmayan J.P. Morgan & Co.
kuşatma altındaki Lenin ekibine finansal yardım sağladı.” (The World
Order – A Study in the Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.68)
“The Unknown War With Russia” (Rusya ile Bilinmeyen Savaş) adlı
kitabında Robert S. Maddox, ‘Rusya’daki Mart İhtilali, Wilson’un hayal
ettiği savaş sonrası dünya ortamını oluşturacaktır, ABD’nin geçici
hükümeti ilk olarak tanımasını sağladı’ der. Maddox’un belirttiğine
göre, Versailles Anlaşması’nın 6. maddesine göre Rusya kendi belirlediği
kurumlarla devam edecekti. Ve böylece Bolşevik rejiminin geleceği
garanti altına alınmıştı. Wilson’un politik yardımcısı Albay House,
kendi sekreteri Kenneth Durant’ı Rusya’ya gönderdi ve Durant 1920′de
Sovyet Bürosu’nda sekreter olarak çalışmaya başladı.” (The World Order –
A Study in the Hegemony of Parasitism, sf.73)
“Ingersoll Rond’ın Başkanı ve New York Federal Reserve
Bankası Başkan Vekili William Laurence Sanders, 17 Ekim 1918′de Wilson’a
yazdığı mektupta: ‘Rus halkı için, Sovyet formu hükümet en uygunudur ve
ben de bu sistemi desteklemekteyim” diyordu. 1914′den beri New York
Ted’in Başkan Vekili olan George Foster Peabody, Rockefeller’lar için (General Education Board) Genel
Eğitim Kurulu’nu kurmuştu ve Bolşeviklerin devlet tekelini
desteklediğini belirtti. Böylece New York Federal Reserve’ün en ünlü üç
görevlisi Sanders, Peabody ve William Boyce Thompson Bolşevizmi
destekliyordu. Thompson daha sonra ABD’de Bolşeviklerin propagandası
için bir milyon dolar verdi. New York Federal Reserve Bankası, N.M.
Rothschild ve oğullarının sahip olduğu beş New York Bankası tarafından
yönetiliyordu. Anlaşılıyor ki bu üç kişi sadece işverenlerin isteklerini
gerçekleştiriyordu.
Tarihteki en ilginç göçe William Boyce Thompson başkanlık etti. 15
meşhur Wall Street avukatı ve finansörü Rusya’ya giderek, sendeleyen
Bolşevik rejimini kurtardı. J.P. Morgan, Thompson’a Petrograd’daki
National City Bank şubesinden bir milyon dolar gönderdi. Bu banka
Bolşevik rejiminin saldırısına uğramayan tek bankaydı.” The World Order –
A Study in the Hegemony of Parasitism, sf.73)
2 Şubat 1918 tarihli Washington Post’ta şöyle bir haber
yayınlanıyordu: ‘Kasım’a kadar Petrograd’da kalan William Boyce Thompson
Bolşeviklere doktrinlerini Almanya ve Avusturya’da yaymaları için bir
milyon dolarlık yardım yapmıştır. Thompson’un bu görevinde Amerikan
Kızıl Haç Başkanı Henry P. Davison; Thomas Thatcher ve Harold Swift
vardı ve bunların tümü CFR üyesiydi. National City Bank, Rusya’ya 50
milyon dolar borç vermişti ve Morgan Guaranty Trust, Sovyetlerin
Amerika’daki finansal çıkarlarını gözetiyordu. 1922 Ocak’ta Ticaret
Sekreteri Herbert Hoover, Guaranty Trust’ın Moskova’daki Devlet
Bankası’yla ilişkilerine izin verdi. Şimdi Guaranty Trust Başkan
Yardımcısı olan Alman bankacı Max May 1923′de Ruskombank’ın Dış
İlişkiler Başkanı oldu, bu Sovyetler’in ilk uluslararası
bankasıydı.”Who’s Who?” (Kim Kimdir?) kitabına göre Max May 1883′te
ABD’ye geldi, 1888′de vatandaşlığa geçti ve 1904 – 18 Guaranty Trust
Başkan Yardımcısı, 1922-25 Rus Ticaret Bankası Kurulu üyesi ve idarecisi
oldu. J.P. Morgan ve Guaranty Trust, Sovyet hükümetinin, ABD’deki mali
ajanlarıydı. Çar’ın altınları Guaranty Trust’a yatırıldı.
Lenin, yalnızca 1917 Devrimi’ni yapmakla kalmadı;
yıllar boyunca tüm dünyadaki kızıl devrimlerin sembolü haline geldi.
Kurduğu rejim ve ordu milyonlarca insanın kanının dökülmesine sebep
oldu.
Öyle ki, Bolşevik hareketin dünya karargahı Wall Street’teydi.” (The World Order – A Study in the Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.74-75)
“1992′de Chase National Bank, Rus hükümetini tanımak ve ticareti
geliştirmek için Amerikan-Rus Ticaret Odası’nı kurdu.” (The World Order –
A Study in the Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf. 78)
“Lenin’in programı büyük zenginlerin programıdır. Çünkü o, bütün özel
mülkiyeti kaldırır ve devlet kontrolü altına koyar. Devlet ise, büyük
zenginler tarafından kontrol edilir. İşte dünya düzeni!” (The World
Order – A Study in the Hegemony of Parasitism, sf.45)
Lenin’in kapitalist dostlarının, ilginç olarak, çoğunlukla Yahudi
sermayedarlar ya da masonik örgütler –CFR gibi– olduğunu görüyoruz. Peki
bu kişi ve örgütlerin Lenin’i desteklemelerindeki amaç neydi? Kimileri,
Lenin ve arkadaşlarına yapılan maddi desteğin, Almanya tarafından
geldiğini, bunun da Almanya’nın savaşmakta olduğu Rus Çarlığı’nın
yıkılmasını istemesiyle ilgili olduğunu söyler. Ama Bolşevikleri
destekleyenler yalnızca Alman “kapitalist”leri değildir:
“Max Warburg’un Lenin’i desteklemesini Alman
yurtseverliğine bağlarsak –ki öyle değildir– ya Schiff, Morgan,
Rockefeller ve Milner’in finansmanlarını nasıl açıklayacağız?” (None
Dare Call It A Conspiracy, Gary Allen. Sf.96)
“Bolşevik İhtilali dünyanın en zengin ve güçlü kimselerince desteklenen bir harekettir.Hareketin
görünürdeki amacı, -Rothschild’ler, Rockefeller’lar, Schiff’ler,
Warburg’lar, Morgan’lar ve Milner’lar gibi– servet sahiplerinin
mallarının ellerinden alınarak devletleştirilmesi anlayışına yönelik
görünüyordu. Fakat görünürde olan şuydu ki, bu kişiler, komünizmden hiç
korkmuyorlardı! Bu hareketi finanse eden ve böylece onu kontrol altında
tutan sermayenin ondan korkması için bir neden de yoktu… Rothschild ve
ekibinin, bir buçuk asırdır, aynı klasik yöntemle boğuşma içinde olan
iki düşman grubu aynı anda desteklediklerini unutmamak gerekiyor.” (None
Dare Call It A Conspiracy, sf.99)
Lenin’in Batılı finansman çevreleri tarafından desteklenmesinde
kişisel özelliklerinin de etkisi vardı. Lenin’in komünistlerin
“burjuvazi örgütü” olarak nitelendirdiği mason localarına kayıtlı olması
oldukça ilginçti. Söz konusu bilgi masonlar tarafından hazırlanan
“Mason Sözlüğü”nde şu şekilde ifade edilmektedir:
Lenin’in ailesi. 1879′da çekilmiş fotoğrafta 9
yaşındaki Lenin en sağda yer almış. Babasının verdiği “Nizam vaziyeti”
(sağ elin sol göğüs üstüne konulması) pozu ise oldukça dikkat çekicidir.
“Lenin Vladimir Oulianof: 1914 öncesi Paris’teki Fransız
Büyük Doğusu’na bağlı ‘Union de Beleville’ locasına kayıtlıydı.”
(Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.693)
Bu aslında bize, aradığımız sosyalizm–kapitalizm ilişkisi konusunda
önemli bir bakış açısı sunuyor. Bu iki karşıt blok arasında var olduğu
söylenen ittifak, herhalde en iyi masonluk gibi gizli örgütlenmeler
sayesinde sağlanabilirdi.
Mason diktatör Lenin, insanlara karşı son derece sert ve acımasızdı.
İktidarda bulunduğu dönemde milyonlarca insanı ölüme gönderen Lenin
hakkında, ünlü Rus yazarı Soljenitsin,
Timedergisine verdiği demeçte şu yorumu yapmıştır:
“Lenin tam bir zalimdi. Kimseye acımazdı. Halka
yaklaşımında en küçük bir insani taraf yoktu. Kitlelere de, kendisini
takip etmediğini sandığı tek tek kişilere karşı da zalimdi.” (Tercüman, 2
Ağustos 1989)
Lenin’in ölümü de oldukça ibret vericiydi. Milyonlarca insanı ölüme,
anarşiye, dinsizliğe sürükleyen Lenin; büyük acılar içinde kıvranarak ve
tanınmaz bir halde öldü.
Le Figaro dergisinin bildirdiğine
göre Lenin, cinsel ilişkiyle ve özellikle fahişelerden bulaşan Frengi
hastalığı nedeniyle felç ve hafıza kaybına uğrayarak öldü. Uzaktaki
evlerden bile duyulan çığlıklar atarken ağzından dökülen şu sözler
oldukça ilgi çekicidir.
“İnsanlar… bana yardım edin… devrim… şeytan burada, burada.” (Yeni Asya, 27 Şubat 1992)
Komünizm’in Temel İşlevi: Din Düşmanlığı
Şalom, 13 Mayıs 1992
“Din halkın afyonudur… Halkın aldatıcı mutluluğu olarak,
dinin ortadan kaldırılması halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği
taleptir.” (Karl Marx, F. Engels, Din üzerine, sf.38)
“Bir Marxist materyalist olmalıdır, yani din düşmanı” (V.I. Lenin, Toplu Eserler cilt 35, sf.121)
Yukarıdaki sözler, komünist ideolojinin dine bakış açısını gösteren
örneklerdir. Görüldüğü gibi, Marx ve Engels dini adeta bir düşman olarak
görürlerken, Lenin de gerçek bir Marxist’in din düşmanı olması
gerektiğini öne sürmüştür. Dolayısıyla, dünya düzeninin gerçekte
komünizmden beklediği en büyük sonuç da, din ahlakını ortadan
kaldırmasıdır. Dini inançların, ahlak anlayışının yok edildiği,
insanların komünist liderleri neredeyse insan üstü varlıklar gibi
gördüğü bir toplum, Siyonizmin dünya yönetimi hedefine de oldukça büyük
bir zemin hazırlar. Bu ise çok önemli bir tehlike demektir. Çünkü din
ahlakını bilmeyen ve yaşamayan toplumlar, vicdani ve ahlaki çöküntü
içine girmeye mahkumdurlar, din ahlakından uzaklaşılması demek
insanların büyük bir felaketin içine sürüklenmeleri anlamına gelir.
Toplum düzeninin sağlanması, bu düzenin -asayiş tedbirlerine dayalı
olmadan- muhafaza edilebilmesi, huzurun, barışın, güvenliğin ve refahın
yaşanabilmesi, ancak insanların her koşulda dürüst, adil, fedakar,
çalışkan, sevgi ve merhamet dolu olmaları ile mümkündür. Bu da yalnızca
insanların din ahlakını yaşamaları ile sağlanabilir.
Aslında, din dışı her sistem dinin yok edilmesini hedefler. Faşizmde
bu sonuç dinin yerine ırkçı hislerin aşılanmasıyla elde edilir.
Kapitalizmde insanların ahiret hayatını unutup yalnızca dünya zevklerine
yönelmeleri sağlanır. Komünizm ise, dine karşı doğrudan bir düşmanlık
uygular. Dine karşı açık bir baskı ve aleyhte propaganda kullanılır.
Bunun yanı sıra faşist rejimlerde görülen ‘insan üstü liderler’,
komünist sistemin de kullandığı etkili bir yöntemdir. Materyalist dünya
anlayışı söz konusu sistemlerin ortak özelliğidir.
Oysa insanların vicdanlarını kullanmadıkları, Allah’tan ve hesap
gününden korkup sakınmadıkları kısacası din ahlakının yaşanmadığı
ortamlarda, söz konusu ideolojilerin insanlara sunduğu ideallerin
hiçbirinin gerçekleşmesi mümkün değildir. İnsanları kötülükten,
bozulmadan ve kaostan koruyan unsur din ahlakıdır. Din ahlakının
yaşanmadığı toplumlarda, her türlü asayiş tedbiri alınsa dahi suç
oranlarında artış ve toplumsal çöküntü kaçınılamaz bir neticedir. Çünkü
insanı bir başkasının görüp duymadığı bir anda da dürüst yapan, emniyet
güçlerinin müdahalesinin olmadığı alanlarda da kanunlara ve kurallara
uymasını sağlayan vicdanıdır. Vicdanını kullanmayan, din ahlakını
yaşamayan bir insan, kanunların engel olamayacağını veya kolluk
kuvvetlerinin kontrol edemeyeceğini düşündüğü anlarda her türlü
ahlaksızlığa ve kötülüğe yönelebilir.
Komünizmin ardında da, diğer din dışı ideolojilerde olduğu gibi,
masonluğun etkisini görmek mümkündür. Fransız İhtilali’nin ardından
gelen materyalizm dalgasının savunucuları da masonlardır. 19. yüzyılda
pozitivizm olarak ortaya çıkan maddeciliğin temsilcilerini ise yine
masonlar oluşturur. Freud, Durkheim, Auguste Comte gibi ateist ve mason
felsefeciler materyalizmin önderliğini yapmışlardır. Komünizm ise,
“dinsiz toplum” meydana getirme hedefinin en önemli yöntemlerinden biri
oldu. Marx’la başlayan din düşmanlığı, bütün komünist rejimlerin ortak
özelliği idi. Komünist felsefe, din karşısında alınması gereken tavrı
ise şöyle açıklıyordu:
“Marxizm bir materyalizmdir. Bu niteliğiyle 17. yüzyıl
ansiklopedicilerinin materyalizmi ya da Feuerbach’ın materyalizmi kadar
alabildiğine DİN DÜŞMANIDIR. Bu yalanlanamayacak bir durumdur. Ancak,
Marx ve Engels’in materyalizmi, materyalist felsefeyi tarih alanına ve
toplumsal bilimler alanına uygulamada ansiklopedicilerden ve
Feuerbach’tan daha ilerilere gitmiştir. ‘Dine karşı koymalıyız’, bu
materyalizmin, dolayısıyla da Marxizmin abecesidir. Ama Marxizm abeceyle
yetinip kalan bir materyalizm değildir. Marxizm daha ileri gider. Der
ki; dine karşı savaşmayı bilmek gerek; bunun için de yığınların inancını
ve dinlerin kaynağını materyalist bir biçimde açıklamak gerek.” (Marx,
Engels, Lenin, Anaşizm ve Anarko Sendikalizm, sf.282)
“Marxist, bir materyalist olmalıdır, yani DİNİN DÜŞMANI olmalıdır,
ama diyalektik bir materyalist olmalıdır, yani dine karşı savaşını
birtakım spekulatif, hiç değişmeyen, tek düze bir propagandanın soyut ve
salt teorik zemini üzerinde değil; somut bir biçimde, kişileri
herşeyden daha çok ve herşeyden daha iyi eğiten, yürürlükte olan sınıf
savaşı zemini üzerinde olmalıdır. Marxist somut durumu, olduğu gibi
tümüyle hesaba katmayı bilmelidir.” (Marx, Engels, Lenin, Anaşizm ve
Anarko Sendikalizm, sf.285)
“Dine karşı savaşım devrimci burjuvazinin tarihsel
görevidir ve batıda, burjuva demokrasisi, kendi devrimleri ya da
feodalizme ve Ortaçağ uygulamalarına karşı saldırıları döneminde bu
görevi geniş ölçüde yerine getirmiştir (ya da getirme çabasındadır).
Almanya’da olduğu gibi Fransa’da da, sosyalizmden çok önce dine karşı
bir burjuva savaşı geleneği olmuştur.” (Marx, Engels, Lenin, Anaşizm ve
Anarko Sendikalizm, sf.286)
“Bizde ise Ekim İhtilali yasası ile bunlar sonuna dek çözümlenmiştir.
Dine karşı gerçek olarak savaştık ve savaşıyoruz.”
(Marx-Engels-Lenin-Stalin, Kadın ve Marxizm, sf.225)
Aynı felsefe bütün komünist rejimlerde görülür:
Din ahlakına karşı çirkin mücadelenin önde gelen isimlerinden birisi de, Çin’e komünizmi hakim eden Mao’dur.
“Hiç şüphesiz, biz komünistler, kelimenin gerçek
manasıyla Allah’a inanmıyoruz. Hiçbir dine inanmayız. Bizim dünya
görüşümüz diyalektik materyalizmin ve tarihi materyalizmin görüşüdür.”
(Çang Çi Yi, Çin Komünist Partisi Birleşik Cephe faaliyetleri Şubesi Md.
Yard. 4 Nisan 1962)
Görüldüğü gibi komünizmin dine düşman olduğu tartışılmaz bir
gerçektir. Bu nedenle de dini reddeden tüm sistemler gibi, insanlara
acı, hüzün, korku ve güvensizlik aşılar. Komünizmin vahşetinin de,
donukluğunun da temelinde dine karşı gözü dönmüş düşmanlığı vardır.
Komünistler dine karşı yürüttükleri mücadelede farklı yöntemlere
başvururlar. Kimi zaman ibadethaneleri kapatır, din adamlarını toplu
katleder, halkın dinini yaşamasına engel olurlarken kimi zaman da üstü
kapalı propagandalarla halkı dinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Bu
yöntem, Marx ve Engels tarafından şöyle ifade edilmektedir:
“Dinsel yasalara karşı savaşırken son derece dikkatli
ilerlenmelidir, bu savaşımda dinsel duyguları yaralayan kimse, büyük
zararlara yol açar. Savaşım, propaganda ve aydınlatma yoluyla
yürütülmelidir. Savaşımı sert yöntemlerle yürütürsek, yığınları
kendimize karşı kışkırtabiliriz; böyle bir savaşım yığınların ağırlığını
din ilkesine göre derinleştirir, oysa bizim kuvvetimiz birliktedir.
Dinsel önyargıların en derin kaynakları yoksulluk ve bilgisizliktir, bu
hastalıklarla savaşmalıyız.” (Marx-Engels-Lenin-Stalin, Kadın ve Aile,
sf. 220)
Benzer bir taktiğin kullanılması gerektiği Lenin tarafından da öne sürülmüştür:
“Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği
bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok
edilebileceğini sanmak budalalık olur… İşte bu nedenle programımızda
ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. İşte bu
nedenle eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin partimize
katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız.” (Lenin, Din
Üzerine, sf.115)
Nitekim komünistlerin dine karşı gerçek düşünceleri iktidara
gelmeleri ile iyice açığa çıktı. Bolşevik Devrim’in ardından Lenin, dine
karşı gözü dönmüş bir düşmanlık sergiledi. Şiddetli din düşmanlığı
Stalin döneminde de devam etti. Komünizmin hakim olduğu tüm ülkelerde,
binlerce dindar insan katledildi, ibadethaneler yıkılıp tahrip edildi ve
sürekli bir ateizm politikası izlendi.
20. yüzyıl boyunca 120 milyon insanın ölümüne neden olan komünizm,
dinsiz bir toplumun ne kadar vahşi, acımasız ve barbar olabileceğinin,
materyalizm gibi Allah’ı inkar eden felsefelerin nasıl bir sonuç
doğurduğunun canlı bir örneğidir. Komünizmin neden olduğu belalar, din
ahlakı ile dinsiz toplumlar arasındaki büyük farkı göstermesi açısından
son derece önemlidir. Böylece insanlar, bir kez daha tek kurtuluşun din
ahlakının yaşanması olduğuna tanıklık etmişlerdir.
Vazgeçilemeyen İçgüdü: Vahşet
Lenin: ”Bazı kimseler bizi zalimliğimiz
sebebiyle ayıpladıkları zaman, bu kişilerin en basit Marxist prensipleri
dahi nasıl unutabildiklerine hayret etmekteyiz.” (Pravda, 29 Ekim 1918)
Komünizm, 1917′den bu yana 120 milyona yakın insanın ölümüne yol açtı…
Troçki komutasındaki Bolşeviklerin, Beyazordu mensuplarını kurşuna dizmesi.
Pol Pot’un yaptığı inanılmaz katliamın toplu mezarları
kazıldığında, korkunç bir tablo ortaya çıktı. Çocuk, kadın demeden
öldürülen 3 milyon insan bir hiç uğruna komünist ideolojinin neden
olduğu terörün hedefi olmuştu. II. Dünya Savaşı sırasında 4.000 esir
Polonyalı subayın öldürüldüğü Katyn katliamı, Stalin’in toplu
cinayetlerinden sadece biriydi. Katyn Ormanı’nda elleri bağlı olduğu
halde enselerine kurşun sıkılarak öldürülen ve aralarında din
adamlarının da bulunduğu subayların toplu mezarları yıllar sonra
bulundu. (Yanda)
Katliam ve şiddet, komünizmin teorisinde vardır:
“Marx ve Engels, devrimin her zaman kuvvet zoruyla olacağını savunurlar. Devrimcilerin, hakim güce karşı şiddet kullanmak zorunda oldukları konusunda ısrarlıdırlar ve her zaman terörizme verdikleri desteği açıkça belirtmişlerdir.” (Sovyet Strategy of Terror, Samuel T. Francis, sf.54)
“Terörü prensip olarak hiç reddetmedik ve hiçbir zaman da reddetmeyiz.” (Lenin Collected Works, Moskova, cilt 9, sf.19)
“Propagandacılar her grubu basit bomba formülleriyle donatmalılar.
Onlara işin mahiyeti hakkında açıklamalar yapmalı ve gerisini onlara
bırakmalılar. Gruplar, derhal askeri eğitimlerine, operasyonlara
katılarak başlamalılar. Bazıları bir casusun öldürülme işini veya bir
polis karakol bombalama görevini üstlenmeli. Bir kısmı ise banka
soymalı…” (Lenin Collected Works, cilt 9, sf. 346)
“Biz siyasi cinayetlere kesinlikle karşı değiliz, ancak devrimci
taktikler açısından bireysel saldırılar uygun değildir ve zararlıdır.
Sadece geniş halk kitleleriyle yapılanlar zekice bir politik mücadele
olarak kabul edilebilir. Sadece geniş halk kitleleriyle doğrudan
bağlantılı olan bireysel terörist hareketler değer taşırlar.” (Lenin Collected Works, cilt 35, sf.238)
Soğuk Savaş ve Stalin Sonrası Sovyetler
Kamboçya’nın komünist diktatörü Pol Pot, 9 milyonluk
ülkede 3 milyon insanı rejim aleyhtarı olmakla suçlayıp öldürttü.
Öldürülenlerin yıllar sonra toplu mezarlardan çıkan kemikleri.
II. Dünya Savaşı’nın ardından, ABD’nin mason Başkanı Truman’ın
açıklamalarıyla Soğuk Savaş dönemi başlamıştı. ABD, tüm dünyadaki
anti-komünist hareketlerin destekçisi olduğunu ilan etti. Doğu ve Batı
birbirinden demir perde ile ayrıldı. ABD, dünyayı “komünizm
canavarı”ndan kurtarmak için Marshall Yardımı ile başlayan bir programı
uygulamaya koydu. Pek çok ülke de ABD’nin koruyucu kanatları altına
girdi.
Görünüm böyleydi, ama gerçek nasıldı acaba?
“Sovyet Rusya’nın II. Dünya Savaşı’ndan galipler arasında
çıkmasına izin verilmişti. Çünkü gelişmiş Batı’nın yeni bir ‘Haçlı
Seferi’ başlatmasını sağlayacak ikinci ‘Şeytan İmparatorluğu’na ihtiyacı
vardı. Rusya iflas etmişti ve savaşta 40 milyon, 1917 Bolşevik
İhtilali’nden beri de 60 milyon vatandaşı ölmüştü, kendini
besleyemiyordu, böylece bir kere daha ‘Dünya Düzeni’ devreye girdi ve
‘düşman gücü’nü oluşturmak için Amerika’dan çok büyük miktarda yiyecek
ve malzeme yardımı sağladı. 1916′nın Belçika tazminat komisyonu, 1948′in
Marshall Planı’na dönüştü. Bir kere daha müttefikler için yardımlar
Amerika’dan Avrupa’ya gemilerle taşındı, oradan da Sovyetlere yöneldi.
Asıl amaç ise Sovyet Bloku’nu güçlendirmekti.” (The World Order – A
Study in the Hegemony of Parastisism, Eustace Mullins, sf.43)
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra Dean Acheson Sovyetler Birliği’ne 300
milyon dolar borç verilmesi için lobi faaliyetinde bulundu. Frederic A.
Delano’nun üvey kardeşi Ed Burling, Counting and Burling şirketini kurdu
ve buna Acheson ve Donald Hiss ortaktı. Acheson’un lobiciliği başarısız
olunca CFR alternatif olarak Marshall Planı’nı öne sürdü. CFR’nin yayın
organı Foreign Affairs’de George Kennan tarafından ‘ihtiva
planı’ açıklandı. 1947′den beri ABD’nin Sovyetlere karşı dış politikası
bu doğrultuda belirlenmiştir. ABD, Rusya’nın yalnızca sınırlarını değil,
askeri güçle elinde tuttuğu ‘tutsak ülkeleri’ de garantilemiştir…
Kennan, Rusya’da Bolşevik İhtilali’nden önce Jacob Schiff için Marxist
ajan olarak çalışan George Kennan’ın kuzeniydi.” (The World Order - A
Study in the Hegemony of Parastisism, Eustace Mullins, sf. 81)
Buraya kadar ele aldığımız bilgiler, Soğuk Savaş boyunca devam eden
Sovyetler-ABD anlaşmazlıklarından menfaat sağlayan ve hatta bizzat bu
sorunları körükleyen çevreler ve bu çevrelerin oluşturduğu gizli
ittifakların olduğunu göstermektedir. Her iki taraf içinde de yer alan
masonik unsurlar, söz konusu gizli ittifakın en önde gelen isimleridir.
Bu kirli ittifaklar doğrultusunda, Rusya’nın bazı Batılı sermaye
grupları ile olan yakın bağlantısı ısrarla sürdürüldü. Kruşçev ile
Amerikalı finansör Rockefeller’ın ilişkisi bunun açık bir örneği idi:
“David Rockefeller, 1964′te ilk kez karşılaştığı Kruşçev
ile Kremlin’deki odasında yaptığı görüşmeden sonra, merakla sonucu
bekleyenlere dönüp: ‘Bugüne değin yaptığım en yoğun ve verimli görüşme
idi. Bizler, birbirimizi uzun süredir tanıyoruz. Uzun yılların verdiği
birlikte çalışma alışkanlıklarına sahibiz demişti.” (Vodka-Cola, Charles
Levinson, sf.319)
Brejnev döneminde de ABD ile ilişkilerde daha da yakınlaşma oldu. Yukarıda Nixon ve Brejnev birarada görülmektedir.
Kruşçev’den sonraki Brejnev döneminde de Sovyet çizgisi değişmedi.
Soğuk Savaş görünümü altında oldukça “sıcak” ilişkiler vardı. ABD’nin en
önemli stratejisti Henry Kissinger, Sovyet sisteminin gizli destekçisi
oldu:
“Kissinger’ı gösteren Amiral Zumwalt bu konuda şöyle
demektedir: ‘Sovyet gücünün genişlemesinde başrolü Kissinger ve onun
şahsında cisimleşen yumuşama politikası oynamıştır’.” (Günaydın, 13
Haziran 1976)
Brejnev döneminde Siyonistlere verilen destek devam etti. Fakat
1967′deki 6 Gün Savaşı, beraberinde yeni bir politika getirdi.
Arap-İsrail savaşlarında, Rusya Arapları destekleme görevini
üstlenmişti. Mısır’ın mason diktatörü Nasır’ın ordularının 1967
savaşında İsrail’e saldırırken kullandığı silahları Sovyetler “hediye”
etmişti. Brejnev döneminde Rusya dış politikasının gerçek mimarı ise
ABD’nin ünlü stratejisti Kissinger idi. Brejnev, bu gerçeği ilginç bir
şekilde dile getirmişti:
Brejnev döneminde de ABD ile ilişkilerde daha da yakınlaşma oldu. Yukarıda Nixon ve Brejnev birarada görülmektedir.
“Rus diktatörü Brejnev’e, Rusya’nın neden Ortadoğu
görüşmelerinde bir rol almadığı sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi.
‘Bizim temsile ihtiyacımız yok. Kissinger bizim Ortadoğu’daki
adamımızdır.” (The World Order, A Study in The Hegemony of Parasitism,
Eustace Mullins, sf.57)
“Amerika’nın ünlü iş adamları ve politik liderleri,
örneğin W. Averill Harriman, Sovyet yanlısı faaliyetlerini saklamaya
gerek duymamaktadır. Rus Büyükelçisi Dobrynin, Henry Kissinger’in ikili
rolü için: ‘Ben gülümseyerek olduğum yerde oturuyorum. Kissinger bizim
için görüşüyor’ diyordu.” (The World Order, A Study in The Hegemony of
Parasitism, sf.84)
ABD-Sovyetler kutuplaşmasının ardında, bazı çevreler tarafından ilginç ekonomik ilişkiler sürdürülüyordu:
Sovyetler Birliği’nin dağılıp, komünist rejimin
devrilmesi ile birlikte, komünist liderlerin heykelleri de teker teker
meydanlardan kaldırıldı.
“Soğuk Savaş başladıktan sonra finansörler Sovyetler’i desteklemeye devam etti. 1967′de New York Times‘ın
haberine göre Rusya’yla ticareti geliştirmek için yeni bir konsorsiyum
oluşturulmuştu. Buna Cryus Eaton’un Tower Corp.’u, Rockefeller’ın
International Basic Economy Co. ve Londra’dan N.M. Rothschild and Sons
dahildi. Eaton, komünist sisteminin Sovyetler Birliği halkını memnun
ettiğini söyledi. Eaton 1939′daki Stalin-Hitler Paktı’nın da ilk
destekçilerindendi.” (The World Order, A Study in The Hegemony of
Parasitism, sf.79)
“Bolşevik İhtilali, New York Federal Reserve Bankası’nın üç yöneticisi tarafından ortaya çıkartılmıştır. Bunlar
William Boyce Thompson, George Foster Peabody ve William Woodward’du.
Federal Reserve, sisteme desteğini sürdürmektedir, Sovyet Merkez Bankası
Gosbank ile yakın ilişkileri vardır. Gosbank, Sovyetler Birliği’nin
Komünist Partisi’ni kontrol etmektedir. Gosbank’ın 5000 çalışanı vardır,
fakat emirleri başka bir kuruluştan aldığından pasif bir bankadır.
Gosbank-Federal Reserve iş birliği, İsviçre’deki Bank for International
Settlements aracılığıyla sürdürülmektedir” (The World Order, A Study in
The Hegemony of Parasitism, sf.82)
Ve bu dönemin ardından Gorbaçov ve kapitalistleşen Rusya geldi…
Marxizm’e Yeni Yorum: Kapitalizm
Komünizm, din ahlakını ortadan kaldırmanın, insanı materyalist dünya
görüşüne yöneltmenin yöntemlerinden biridir. Aynı sonuca kapitalizmle,
ya da faşizmle de ulaşılabilir. Bir ülke için hangi yöntemin
deneneceğini ise, o ülkenin sosyolojik yapısı belirler. Ancak bunların
herbiri insanları büyük felaketlerin içine sürükleyen son derece
tehlikeli ideolojilerdir. Rusya’nın 1917 İhtilali’nden günümüze
geçirdiği süreçler değerlendirildiğinde bu durum daha iyi
anlaşılacaktır.
Komünizm bir baskı rejimidir. Marx’ın teorileri bütün Avrupa’ya
yayılmaya çalışılmışsa da en büyük etkiyi şüphesiz Rusya’da
oluşturmuştur. Bunun nedeni ise Rusya’nın doğu kültürüne sahip, baskı
ile yönetilmeye alışık halkının bu rejimi kabullenmeye çok daha uygun
olmasıdır. Halkı din ahlakından uzaklaştırmak isteyen bazı çevreler de
bu nedenle, toplumun yapısına göre farklı yöntemlere başvururlar.
Komünizmin etkili olmayacağının düşünüldüğü ülkelerde vahşi kapitalizmin
uygulanılması bunun bir örneğidir. Sovyetler Birliği’nde yapılan
değişim de (komünizmden kapitalizme geçiş) aslında yalnızca bir yöntem
değişimidir. Gelişen dünya şartlarının oluşturduğu kültür, Sovyet
toplumunu da etkilemiştir. Komünist sisteme halkın göstermeye başladığı
tepki, artan ekonomik problemlerle birlikte rejimi zora sokmuştur.
Bu nedenle komünizm ve kapitalizm gibi birbirine tamamen zıt görünen
iki ideolojinin zaman zaman aynı çevreler tarafından desteklenmesi de
söz konusu olmaktadır. Charles Levinson’un “Votka-Cola İmparatorluğu”
kitabında asıl olarak üzerinde durduğu husus da budur. Sovyetler’deki
komünist rejim uzun süre, Batı içinde yer alan bazı odakların desteğini
almış, komünizmin yıkılmasının ardından kurulan sistem de aynı destekle
oluşturulmuştur.
Bu durumda,1980′lerin son yıllarında iki kutuplu dünya modeline neden
son –ya da ara– verildiği sorusu gündeme gelmektedir. Acaba, Marxizmin
din ahlakına karşı yürüttüğü mücadelenin geri tepmesi, 1980′lerde tüm
dünyada İslam’ın yükselişe geçmesi bunda bir etken midir? Üçüncü bir
kutup oluşmaya başlarken, eski iki kutubun çatışmayı bırakması bir
şeylerin göstergesi değil midir? Söz konusu karanlık çevreler için,
sözde gerçek “tehlike” ortaya çıkmaya başlayınca, danışıklı dövüşlere
son verilmesinin, oldukça önemli bir gösterge olduğuna şüphe yoktur.
85′lerden sonra Rusya’da başlayan dine yöneliş de, komünist yöntemin
değiştirilmesi gerektiği konusunda önemli sinyaller vermiştir. Yıllardır
dinin “halkın afyonu” olduğu yalanına inandırılan Sovyet vatandaşları,
1917′den beri süren
“Ahlaksız Evleri”, “Ateizm Enstitüleri”nin
gerçek yüzünü ve ne kadar büyük belalar olduklarını görmeye başladılar.
Özellikle Orta Asya’daki dini uyanış Sovyet yetkililerinde panik
yaratmıştı. Ve çözüm geldi; komünizm yerini kapitalizme devredecekti.
Yapılan ise, yalnızca değişik şartlara göre farklı yöntemler
kullanmaktı.
Gorbaçov, Perestroyka ve Glastnost
Gorbaçov’un başlattığı reformlar bilindiği gibi ilk defa Rus toplumunun kapitalist rejimle yakınlaşmasını sağladı:
Bu dönemde Sovyet-Yahudi ilişkilerinde, Mossad da önemli bir yer
tutuyordu. Mossad ajanı olarak bilinen ünlü basın imparatoru Maxwell’e
Sovyetlerin yaptığı yardım açığa çıktı. Buna karşılık Maxwell de KGB’ye
bilgi sağlıyordu:
“İngiliz basın imparatoru Robert Maxwell’in KGB’ye bilgi
akışı sağlandığını anlatan Soloviev, önemli noktalara gelmiş, şüphe
çekmeyecek isimleri kullanmanın örgütün en önemli felsefesi olduğunu
kaydetti.” (Sabah Gazetesi, 1 Şubat 1992)
Gorbaçov’un Perestroyka’sı ise ilk kez kapitalizmin esintilerini Rusya’ya getirdi:
Sovyetler’in ‘Yeni Dünya Düzeni’ne uyum sağlamasında
Gorbaçov’un en büyük yardımcısı, Şevardnadze idi. Dış İşleri Bakanı
Şevardnadze, ABD ile ilişkilerde kilit rol oynuyordu.
“Suçun perestroykası… Sovyetler Birliği’nde son yıllarda
yaşanan olaylar karşısında, Sovyet vatandaşlarının önemli bir bölümü
eski günleri, özlemle anma noktasındalar. Yaygın kanıya göre o günlerde,
mafya Kremlin’deydi, şimdi ise sokaklarda. Gorbaçov’la birlikte Sovyet
toplumuna bugüne dek görülmemiş bir serbestliğin, özgürlüğün geldiği
kesin. Ama, madalyonun bir de öteki yüzü var. Yalnızca 1988′de, bir yıl
öncesine kıyasla suç oranındaki artış yüzde 40. Kaçakçılık, uyuşturucu
ticareti, soygunlar giderek yaygınlaşıyor ve daha da kötüsü
kanıksanıyor.” (Nokta, 17 Mayıs 1989)
Gorbaçov, iktidarda bulunduğu süre boyunca büyük sermaye ile yakın
bağlantı içinde olmuştu. Gorbaçov’un, aralarında Kissinger, Rockefeller
gibi kilit isimlerin de bulunduğu Trilateral heyetleriyle yaptığı
görüşmeler de bunun bir göstergesiydi:
“Ocak 1989′da aniden B’nai B’rith Moskova’da bir loca açtı.
B’nai B’rith, Gorbaçov ve arkadaşlarıyla samimi bir ilişkiye girerek de
ikinci büyük başarısını kazandı. Acaba hepsi bir tesadüf müydü? 20 Ocak
1989 sayılı Humanité, Moskova’da bir Trilateral Komisyonu’yla,
Sovyet liderlerinin karşılaşmasını yazar. Bu görüşmeye katılanlar
Trilateral’den Rockefeller, Berthoin, Okowara, Giscard d’Estaing,
Kissinger, Hyloand, Nakasone; Sovyetler Birliği’nden Gorbaçov, Yakolev,
Medvedev, Faline, Akhromeiev, Dobrynine, Tchernalev, Arbatov,
Primakov’dur.” (Mais qui Gouverne L’Amerique?, Georges Virebeau, sf.
60-61)
Gorbaçov’un bağlantıları Rockefeller, Kissinger, Brzezinski gibi
Yahudi lobisinin önemli isimlerine ve Trilateral ve CFR gibi iki büyük
lobiye uzanıyordu.
“David Rockefeller ve Kissinger, Sovyet Lideri Mikhail
Gorbaçov’u yakından eğitiyorlar ve kolaylıkla bağlantı kuruyorlar. Onun
son politikalarından ise övgüyle bahsediyorlar. Gorbaçov kurtulmak için
ABD’den, 100 milyar dolarlık bir hediyeye ihtiyacı olduğunu belirtti…
Ama sadece 1,5 milyar dolar borç verebileceğini daha sonraki Bilderberg
toplantısında açıkladı.” (The Spotlight Reprint, Eylül 1991)
“Dünyayı izleyenler, Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov’un perestroyka ve
glasnost gibi barış yanlısı hareketlerine ya da Doğu Avrupa’da olan
gelişmelere şaşmamışlardır. Bütün bunlar aslında komünist patronlarla
onların iş ortakları Lawrence ve David Rockefeller ile bunların
Trilateral Komisyonu’ndaki bağlantıları sayesinde gerçekleşmiştir.
Üç gün süren darbe boyunca Moskova sokakları, Kızılordu tankları ile doldu.
Barışa yönelik yeteri kadar hareket olmalıdır ki, Amerikalılar büyük
miktarda yardım yaparak, Demirperde ülkeleri ile ekonomik olarak
bağlantı kurabilsinler.
Yeterli miktarda savaş korkusu kalmalı ki askeri-endüstri ve özellikle stratejik savunma alanları kar edebilir halde kalsın.
Trilateral’in amacı Sovyetler Birliği’ni ve komünist Doğu Bloku
ülkelerini ‘dünya ekonomisinin ortakları’ yapmak, bunu sağlamak için de
Amerika’nın Üçüncü Dünya ülkelerine yaptığı yardımların kanalı olan
Dünya Bankası ile IMF’ye üyeliği gerekmektedir.
Rockefeller, 1989 Ocak’ta Moskova’ya bir Trilateral Delegasyonu’yla beraber gitti ve Gorbaçov’la uzun bir toplantı yaptı. Burada
Sovyet hükümetine ‘dünya ekonomisine ortak’ olmaları için ısrar etti ve
Dünya Bankası ile IMF’ye üyelik önerdi. Şubat’ta Rockefeller, CFR’den
bir delegasyonla Varşova’ya gitti ve aynı teklifleri Polonya’ya yaptı.
17 Nisan 1980 tarihli ‘Christian Science Monitor’ gazetesinde Jeremiah
Novak, ‘Sovyetler Birliği’yle sürekli gelişen ilişkiler sayesinde
Trilateral, ileriki bir tarihte Sovyetler’le birleşmeyi umut ediyor”diye
yazıyordu.
Brzezinski: ’Kalkınmış ülkelerden oluşan ve Atlantik
devletlerini, Avrupa komünist ülkelerini ve Japonya’yı kapsayacak
çalışmalar yapılmalıdır.’ diyor”
(The Spotlight Reprint, Kasım 1992)
Komünizm-kapitalizm yakınlaşmasının önemli isimleri hep ilginç kişilerdi:
“Moskova’da B’nai B’rith Locasının açılamasına 12-19 Ekim
1988′deki toplantıda karar verildi. B’nai B’rith delegasyonu, Seymour
Reich tarafından yönetiliyordu. Seymour Reich, 1987 yılında delegasyonun
dünya çapında Başkanı Morris Abram’ın yerine geçti.” (Les Financiers
qui menent le Monde, Henry Coston, sf. 434)
“Kapitalizmle uluslararası komünizmin kucaklaşması öyle birdenbire
olmadı. Bunun ön görüşmeleri 80′li yıllarda başlamıştı. Bu yakınlaşma
için çalışan sadece Amerikan petrolcüsü Yahudi Armand Hammer değildi. Onun gibi bir Rus Yahudisi olan Edgar Bronfman da eski Yahudi ve Bolşevik üyelerle aynı amaçta çalışıyordu. Dünya
Yahudi Kongresinin Başkanı olan Edgar Bronfman’ın ilk başarısı
Budapeşte’de gerçekleşti. Kongre’nin Budapeşte’deki toplantısında
Moskova Başhahamıyla görüşmüştü.” (Les Financiers qui menent le Monde,
Henry Coston, sf.435)
“Edgar Bronfman büyük bir patron, uluslararası alkol sanayisinin
patronu (ünlü Seagram şirketinin patronu) şampanya ve kanyak piyasasını
elinde tutuyor… Bu Bolşevik-kapitalist yakınlaşmasında Armand Hammer’in
bir milyarder arkadaşı da bulunuyor: Carlo de Benedetti. Benedetti
İtalyan Yahudi cemaatinin en önemli üyesi. Ayrıca besin sanayisinin de
en önemli simalarından. Benedetti IBM’den sonra dünya micro-information
piyasasında en önemli kuruluşun başında.” (Les Financiers qui menent le
Monde, sf. 436)
Gorbaçov döneminde ülkeye resmen giren bir başka lobi ise, Rotary
Kulüpleri oldu: “Kremlinli Rotaryenler… Rotary Kulübü, yakın zamana
kadar Sovyetler’de kapitalizmin simgesi olarak görülüyordu. Ama ne
olduysa Stockholm’de oldu ve Sovyet yetkilileriyle, Rotary yetkilileri
ufaktan flört etmeye başladılar. Sonunda, aşk izdivaca dönüştü ve
kulübün Kremlin’de de kurulmasına karar verildi. İlk üyeler de oldukça
kalburüstü isimlerden oluşuyor; Ekonomist Popov, kozmonot Sevastianov,
tarihçi Afanasiev ve daha birçok etkili ve yetkili kişi.” (Nokta, 11
Haziran 1989)
Fakat, ülkede esmeye başlayan kapitalizm rüzgarlarına muhafazakar
kanattan gelen tepki üzerine, Gorbaçov ve ekibi tavsiye edilecek ilginç
bir darbe ile yerine daha da uygun bir isim getirilecekti.
Bu arada, Gorbaçov’un mason olduğu söylentileri yayıldı:
“Gorbaçov Kudüs’te New Age’in ekonomik amaçlı
toplantılarına katıldı. Burada pek çok kişi onun mason olduğunu
söylüyordu.” (Lectures Françaises, Ekim 1992)
Bir Garip Darbe
19 Ağustos 1991′de gerçekleşen ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla
sonuçlanan darbe oldukça ilginç gelişmelere sahne oldu. KGB üyelerinin
çoğunlukta olduğu muhafazakar kanat, Gorbaçov’u indirerek yönetime el
koydu. Fakat darbe yönetiminin ömrü çok kısa oldu. Üç gün süren darbenin
getirdiği sonuç, yıpranmış bir isim olan Gorbaçov’un yerine Boris
Yeltsin’in getirilmesi ve Sovyetler Birliği’nin sona ermesiydi.
Hürriyet, 1Eylül 1991
Fakat darbenin gelişimi “işin içinde bir iş”olduğu izlenimi veriyordu.
“Darbe haberi yayılmaya başladığı sırada Devlet Başkanı
Gorbaçov, Kırım Yarımadası’ndaki Foros’ta bulunan villasında tatildeydi…
Yazov’un emriyle Moskova’ya gönderilen askerler, bazı önemli binaları
kordon altına almaya başladığında saat 09:00 olmuştu. Bu sırada, darbeye
kafa tutabilecek tek kişi, Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin,
çoktan kalkmış, yardımcılarıyla birlikte nasıl bir tutum takınılması
gerektiğini konuşuyordu. Rusya, Sovyetler Birliği’ni oluşturan 15
Cumhuriyetin temel taşı, Yeltsin halk tarafından en çok sevilen liderdi.
İnanılması güç ama, darbeye tepki gösterebilecek, halkı
ayaklandırabilecek tek kişi elini kolunu sallayarak, evinden çıkıyor ve
arkadaşlarıyla yine hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, Rusya
parlamentosu binasına geliyordu…
Körfez Savaşı’yla ününe ün katan CNN, hemen Moskova’dan canlı yayına geçmişti bile.
CNN’i izleyenlerin, Moskovalıların, kahramanca darbeye direnmeye
başladığını sanmasına karşın, Yeltsin, saat 11:34′te parlamento
binasından çıkarak bir tanka yöneldiğinde, çevredekilerin sayısı en
fazla 150 kişiydi. Darbecilerin gönderdiği bir tankın üzerine çıkan
Rusya lideri, yasal Devlet Başkanı Gorbaçov’un, ‘sağcı bir darbe’yle
iktidardan uzaklaştırıldığını söylüyor ve halkı ODK (darbe komitesi)’yı
protesto etmeye çağırıyordu. Yeltsin’in bu çağrısı, darbeciler için
sonun başlangıcı oldu. CNN’in ileri sürdüğü gibi yüz binlerce kişi
olmasa da, küçük ama kararlı bir kalabalık, Rusya parlamento binası
önünde toplanmaya başladı. 21 Ağustos günü, saat 13:21′de Yeltsin,
darbecilerin kaçmaya çalıştığını açıkladığında herkes rahat bir soluk
aldı.” (Milliyet, 19 Ağustos 1992)
“19 Ağustos sabahı, Sovyetler Birliği’nde yönetime el koyan
Olağanüstü Durum Komitesi’nin (ODK) üyeleri, sanki sözleşmişcesine, bir
darbenin başarıya ulaşmaması için ne gerekiyorsa yaptı.” (Milliyet, 20
Ağustos 1992)
“Gorbaçov, komploya karışmış olabilir ya da çok pasif kalarak bunu
kolaylaştırmış olabilir… Sovyet resmi haber ajansı TASS’ın da
Gorbaçov’un görevden uzaklaştırılacağından, olay öncesinde haberdar
olduğu ileri sürüldü… Sovyet Nesavisimaya gazetesinin, dün telefaksla
dağıtılan olağanüstü sayısında, yönetime el koyan Olağanüstü Hal Devlet
Komitesi’nin, Devlet Başkanı Gorbaçov’un görevden alındığına ilişkin
bildirisinin metninin, resmi haber ajansı TASS’a, olaydan iki gece önce
verildiği savunuldu.” (Cumhuriyet, 22 Ağustos 1991)
İşte bu garip darbe, Gorbaçov’u indirirken yerine Yeltsin’i getirdi.
Yeltsin’in özelliği ise, kapitalizmi Rusya’ya daha çabuk getirebilecek
olmasıydı:
“Gorbaçov’un darbeyi tezgahlayan adam olduğu iddia
edildi. Bu iddialar, darbeden sonra büyük ölçüde gözden düşürülen Sovyet
liderinin yerine en Amerikancı kişinin, örneğin Yeltsin ya da benzeri
birinin getirilmesini amaçlıyor.” (2000′e Doğru, 1 Eylül 1991)
Bu göstermelik darbenin perde arkasında ise CIA olduğu bildirildi:
“Darbenin arkasında CIA vardı. ABD’deki 20 bin üyeli
Komünist Partisi Lideri Gus Hall Sovyet Lideri Mikhail Gorbaçov’a karşı
düzenlenen darbe girişiminin ardında sanıldığı gibi Komünist Parti’nin
değil, CIA’in bulunduğunu öne sürdü.” (Hürriyet, 1 Eylül
1991-Cumhuriyet, 22 Ağustos 1991)
CIA’in bu göstermelik darbedeki rolü, darbenin bir hafta öncesinde
İsrail Dış İşleri Bakanı Peres ile dört üst düzey Rus yetkilisinin
yaptığı gizli görüşme de göz önünde bulundurulursa oldukça ilginç bir
tablo ortaya çıkmaktadır: Darbe, yeni düzenin gizli ellerinin
çıkarlarına uygun olarak geliştirilmiş bir senaryo niteliğini
taşımaktadır. Nitekim darbe sonrasında başa geçen Yeltsin ve izlediği
yöntemler de bunun önemli bir göstergesidir.
Rusya’yı “Kapitalist”Yapmaya Söz Veren Kişi: Boris Yeltsin
Rus halkının Yeltsin’e yaptığı bir protesto.
Yeltsin’in yapısı, Siyon yıldızı ve dolar desenli kravatı ve elindeki
içki şişesi ile ifade edilmiş.
Darbe sonucunda Gorbaçov siyasi gücünü yitirirken yerine, darbe
sayesinde kahraman olan bir isim geçti: Boris Yeltsin. Yeltsin,
Gorbaçov’un başlattığı kapitalistleşme sürecini daha da hızlandırdı.
Başa gelirken verdiği en büyük söz, tüm Rus halkını “kapitalist”
yapmaktı.
Yeltsin bu iş için biçilmiş kaftandı. En önemli
özelliğini, CNN’e verdiği bir demeçte şöyle açıklıyordu: “Ben Allah’a
inanmıyorum.” (Meydan, 29 Aralık 1992)
Yeltsin, gerçekten de kendisinden beklenenleri yerine getiren
biriydi. Bu yönüyle de yeni dünya düzenine katkıda bulunan bir liderdi:
“Boris Yeltsin Kremlin’e geldiğinden beri, Rusya, ABD ile
iyi bir dost olmaktan öte bir ilişki kurdu. Konu ne olursa olsun,
silahsızlanmadan, yıldız savaşlarından Yugoslavya’ya, Yeltsin ve Batı
taraftarı Dış İşleri Bakanı Andrei Kozyrev, Bush hükümetinin isteklerini
yerine getirmeye hazırdılar. Bu müsamaha Bush’un kampanyasında ‘Soğuk
Savaşı biz kazandık’ demeciyle sergilenmiş oldu.” (US News and World
Report, 28 Eylül 1992)
Ünlü Fransız dergisi L’Express, ‘Doğu’nun Masonlarca
Fethi’ başlıklı sayısında Rusya’da hızla büyüyen mason localarından söz
etti.
Yeltsin’i başa getiren ve destekleyenler ise, daha önce de olduğu gibi yine bazı Yahudi lobileri.
Jewish Chronicle, Yeltsin’i kimin finanse ettiğini şöyle bildirir:
“Bugün Rusya’nın en zengin adamlarından biri olan 44
yaşındaki Yahudi Mr. Borovoi, Boris Yeltsin’in ‘Demokratik Rusya’
hareketinin finansörü.” (Jewish Chronicle, 28 Şubat 1992)
Yeltsin’in yardımcısı Rutskoi da yine bir Yahudi:
“Yahudi Servis Başkanı Simcha Dinitz, eski Sovyetler
Birliği’nden yeni Yahudi göçleriyle ilgili haber vererek geldi.
Sovyetler Birliği turunda Rusya Başkan Yardımcısı Aleksandr Rutskoi ile
Kremlin ofisinde buluştu. Rutskoi annesinin Yahudi olduğunu açıkladı.”
(Jewish Chronicle, 28 Şubat 1992)
“Yeltsin’in Dış İşleri Bakanı Andrei Kozyrev’in de Yahudi asıllı olduğu söyleniyor.” (Mustafa Özcan, Zaman 20 Mart 1993)
Ülke içinde Yahudi lobilerinden bu derecede büyük bir yardım alan
Yeltsin, dışarıdan da aynı lobilerin denetiminde çalışan gizli
servislerden destek görüyor:
“Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA’in Başkanı
Robert Gates, son yaptığı açıklamada, ülkesinde muhalefet ile başı hayli
dertte olan Boris Yeltsin’e destek mesajı gönderdi. Emekli gizli servis
elemanları tarafından kurulan derneğin yıllık toplantısına katılan CIA
Başkanı Gates, konuşması sırasında, Rusya Devlet Başkanı Boris
Yeltsin’in kendisini demokratik reformlara adadığına inandığını ve kısa
dönemde Yeltsin’in varlığının Rusya’nın ilerlemesi için ‘şart’ olduğunu
vurguladı.
Gates konuşmasında ‘Bence Başkan Yeltsin’in kendisi ülkesinin
ilerlemesine ve demokratik reformların uygulanmasına adadığı konusunda
kuşkuya gerek yok. Reformlar için Yeltsin şart’ dedi. CIA’in patronu
Yeltsin’e bir şey olması halinde reform uygulamalarının çok ciddi
kesintilere uğrayabileceğini de kaydetti.” (Sabah, 17 Kasım 1992)
Rusya’da Mason Atağı
Sovyetler’de yıllar boyunca masonluğa karşı sahte bir düşmanlık
politikası uygulandı. “Totaliter rejimler, diktatörler masonluğa
karşıdır” imajının verilmesi için, Sovyetler’deki localar Troçki
döneminden itibaren resmen kapatılmaya başlandı. “Resmen” demek gerekir,
çünkü Sovyetler’de gerçekte masonik faaliyetler bütün hızıyla
sürdürülmüştü.
Rusya’nın kapitalizmle tanışmasıyla birlikte
mason locaları faaliyetlerini çok daha açık bir biçimde yürütmeye başladılar. Ardı ardına kurulan localar, tüm Rusya çapında üye artırımı için propagandaya başladılar. Fransız
L’Express dergisi “Doğu’nun Masonlarca Fethi” başlıklı sayısında Rusya’daki masonik faaliyetleri şöyle anlatır:
“28 Nisan 1991′de kesin bir gizlilik içinde Kuzey Yıldızı
Locası ilk toplantısını gerçekleştirdi. Nerede mi? Moskova civarında,
ahşap bir evde. Daha sonra sessiz bir şekilde Novikov Locası kuruldu.
GLF (Fransız Büyük Locası) kendi duvarları arasında Pouchkine adlı bir
slav locasını barındırmaktadır. 18 Ağustos 1991′de Pouchkine Locasının
Üstad-ı azamı ve 6 arkadaşı Moskova’ya geldiler. Üstad doğduğu kent olan
Odessa’yı 1922 yılında terk etmişti. Bagajlarında tören malzemeleri
vardı: kılıçlar, gönyeler, önlükler… “Daha sonra ilginç bir bilgi
veriliyor. Gorbaçov’u indiren göstermelik darbe masonların gelişinin
ertesi günü gerçekleşiyor: “19′unda da darbe oldu.” (L’Express, 17 Ocak
1992)
Kuzey Yıldızı Locası bütün Rusya’da propaganda yoluyla yeni masonlar arıyor:
“Kuzey Yıldızı Locası’nın üstad-ı azamı şöyle diyor:
‘Büyük bir kendini yenileme çabamız var. Reklamlar aracılığıyla…’ Geçen
sene Rusça yayın yapan Liberty Radyosu 2 saatini masonluğa ayırdı.
Fransa Büyük Locası’ndan cevap alarak pek çok mektup geldi. Vilnias’dan,
Bakü’den, Kiev’den ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ gibi kelimelerle dolu
Fransızca mektuplar. Adaylar hakkında Fransız Büyük Locası (GO) cevap
olarak ‘onları temasa geçirin’ der. Sonra dosyaları ‘Kuzey Yıldızı’na
yeniden yollarlar. Eski imparatorluğa doğru.” (L’Express, 17 Ocak 1992)
Masonların gücü ise oldukça büyük. Rus gazetelerinin bildirdiğine
göre bu güç, devlet adamlarını hatta Yeltsin’i kontrol edebilecek
durumda:
“Moskova gazeteleri (La Resurrection Russe, Le Jour, La Voix de Touchino), Saint Petersburg gazeteleri (Affaire Russe, Les Teres Russe)
sesleniyorlar: ‘Masonların etki alanları Yeltsin’i, Gavril Popov’u
(Moskova Belediye Başkanı), Lakoklev’i (Gorbaçov’un danışmanı) de içine
alıyor. P2 teröristleri geri döndüler.” (L’Express, 17 Ocak 1992)
Rus Kapitalizminin Garip Sosyetesi
Rusya’da gittikçe gelişen bir mutlu azınlık sınıfı var. Bunların
kazandığı olağanüstü serveti ise, bir Rus sosyoloğu Amerikalı Yahudi
banker ailesi Rockefeller’e benzetiyor:
“Rusya, giderek iki ayrı ülkeye, iki ayrı topluma
bölünüyor. Bir yanda geçiş dönemi ekonomisinden büyük vurgunlar vuran
Mercedes-Benz’li, BMW’li küçük bir azınlık, diğer yanda sabah akşam
patates yiyen, bir gece kulübünün üyelik aidatı olan 40 bin rubleyi bir
yılda ancak kazanan çoğunluk. Bir Sovyet sosyoloğunun dediğine göre, bu,
Amerika’nın 20. yüzyılın başlarında durumunu andırıyor: ‘Sermaye
birikimine giden her yol mübah…’
Bir sosyolog olan Mikhail Gavlin, Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik durumu Herald Tribune gazetesine
şöyle değerlendiriyor: ‘Bugün Rusya’da yaşadığımız şey, sermaye
birikimine giden her yol mübah görülür. Biraz Amerika’nın 20. yüzyılın
başlarındaki durumunu andırıyor. Rockefeller ailesinin de dişinden
tırnağından artırarak, ter dökerek para kazandığını sanmıyorum…”
(Panorama, 18 Ekim 1992)
Gerçekten de Rusya’nın önde gelenlerinin bir kısmı Rockefeller’lara
çok benzemektedir. Bu çevrenin, İsrail’in kuruluşunu anmak için
düzenlediği kutlama söz konusu kişilerin kimliği hakkında ilginç
bilgiler vermektedir:
Rusya gittikçe çöküş noktasına yaklaşıyor. Ülkenin
zenginliğini sömürmeye başlayan azınlığa karşılık, çok büyük çoğunluk
sefalet çekiyor. Moskova sokaklarında hayatta kalmaya çalışan bu
insanlar, son durumun ibret verici örnekleri…
“İsrail’in Moskova’daki temsilcisi Arye Levin 10 Mayıs
günü Moskova’nın en lüks otellerinden birinde İsrail’in kuruluşunun
kırkbirinci yıldönümünü kutlama daveti düzenledi. Ardından 600 kadar
Yahudinin katıldığı Moskova’daki yeni Yahudi Kültür Merkezi’nde yaptığı
konuşmasında heyecan verici bir gün yaşadıklarını ifade etti. Otelin
salonunda tertiplenen davete pek çok yarı resmi ve üst düzey Sovyet
makamları ile Moskova sosyetesinden birçok tanınmış şahsiyetin davete
katıldığı dikkati çekti. Yabancı elçilerin ve alt düzey Rus diplomatik
erkanın katıldığı davetlileri Levin ‘Moskova sosyetesinin kreması’
olarak niteledi.” (Şalom, 24 Mayıs 1989)
Rusya’daki, Yahudi finansörlerin kontrolü açıkça ortadadır.
Yeltsin’in ekonomik danışmanlığını da yapan bu Yahudi kapitalistler,
Rusya’nın istenen çizgiye gelmesinde önemli rol oynamışlardır:
“Moskova’nın yeni finans liderleri Yegeny Kissin’in, Rus
Döviz Bankası’nın Başkanı olarak atanması, ülkenin ekonomik ve politik
yeniden yapılanmasında genç Yahudilerin önde bir rol oynamaya
başlamasının en son örneği, 30 yaşında bir maliyeci olan Ksisin,
Sovyetler Birliği’nin ve Sovyet Yabancı (yurt dışı) Döviz Bankası’nın
çökmesinin ardından, yabancı döviz piyasasındaki bir boşluğu bekledikten
sonra bankadaki görevini aldı. Kendisi de bir Yahudi olan Lev Wemberg
ülkenin önde gelen iş adamlarından biri olma pozisyonunu güçlendirerek,
Rus İmalatçılar Birliği’nin Başkanı olarak seçildi. Hem Wemberg hem de
önemli bir iş adamı olan Konstantin Bozovay, Başkan Yeltsin’in ekonomik
danışmanları olarak görev yapıyorlar. Uzun süreden beri ilk kez bir
Yahudi, Moskova’nın yönetiminde baskın bir role sahip oldu. Bu kişi 36
yaşındaki, Demokratik Parti lideri ve Moskova Valisi baş asistanı olan
İlya Zoslovsky’dir. Zoslovsky, Moskova’nın ilçelerinden birine, 1986′da
Belediye Başkanı olarak demokratik yolla seçilen ilk Yahudidir. Kendisi
Yahudi Komünal Kurumları ile yakın ilişkiler içindedir.” (Jewish
Chronicle, 7 Şubat 1992)
Yeltsin’in “Kapitalist” Rusya’sı
Sabah, 16 Nisan 2000
Yeltsin’in iktidara geçmesi ile birlikte Rusya, “söz verdiği gibi”
her geçen gün daha da kapitalistleşmeye başladı. Çığ gibi büyüyen fuhuş,
pornografi, uyuşturucu, şiddet ve cinsel sapıklık, içki ve kumar
Rusya’yı yeni dünya düzenine entegre hale getirdi. Aslında bu, Marx’ın
hedef gösterdiği ‘komünal topluma’ ulaşmak için çok daha kestirme bir
yöntemdi. Lenin’in izlediği yöntemin daha farklısıydı, ama ulaşılan
hedef aynıydı.
Bu gerçek masonlarca da gayet iyi hesaplanmaktadır. Ünlü gazeteci
Çetin Altan kendisiyle yapılan bir röportajda Marxizm’in en önemli
yönünün materyalist düşünce yapısı olduğunu ve bu düşüncenin asla
ölmeyeceğini, ancak şekil değiştireceğini şöyle ifade etmiştir:
Rus halkının içine düştüğü dehşet verici durum, manevi
değerlerini yitirmiş bir toplumun ne büyük çöküntü yaşadığının
göstergesidir.
“Marxizm, politikayı çok aşan bir dünya görüşüdür,
düşünce sistemidir. Politika bir gün demode olacaktır, sınıflarla
birlikte, yönetici-yönetilen ilişkilerinin de son bulmasıyla birlikte
ortadan kalkacaktır. Ama Marxizm bitmeyecektir. Belki gözden
geçirilecek, aşılacak, yenilenecek ama geçerliliğini koruyacaktır.”
(2000′e Doğru, 18-24 Ekim 1987)
Yeltsin ile Rusya’ya yerleşen kapitalizm, bugün Rusya’yı büyük bir
çöküntünün içine çekmiş durumdadır. Kapitalizmin ahlaksızlığı teşvik
eden pek çok özelliği, Rusya’da artık çok yaygın olarak
gözlemlenmektedir. Masonluğun yanı sıra fuhuş, uyuşturucu, cinsi
sapıklık, anarşi, mafya gibi “kapitalist imkanlar” Rus halkı arasında
yaygınlaşmıştır:
Akit, 31 Ağustos 2000
“Birkaç Pfenning için satılan kızlar, yerlerde yatan
sarhoşlar, yemek arayan çocuklar… daha dün sosyalist rejimin hayata
hükmettiği yerde bugün bir kaos hakim. Ve 12 milyonluk şehirde
insanların günlük yaşamları gittikçe daha perişan oluyor.
Moskova’da ölülerin sayısı gittikçe artıyor. Fakirleşen kiracılar,
aileleri tarafından katledilen çocuklar, uyuşturucudan ölenler, mafya
tarafından katledilen masumlar. Her yıl zor kullanmaktan meydana gelen
ölümlerin sayısı %20 artıyor. Uyuşturucu her yere yayılmış. Marihuana ve
Opium (Kolchosmalit)… bulunuyor. Yalnızca bu iki ay içinde uyuşturucu
işi %300 artmış durumda. Mezar işleri çok pahalı olduğu için ölüleri
akrabaları bile gelip almıyor. Moskova bir insan yiyicisi, zayıf olan
yok oluyor. Her Moskovalı’ya yılda 129,8 kg. zararlı madde düşüyor.
Şehir civarında 11 Atom reaktörü var ve 700 radyoaktif bölge var. Her üç
Moskovalı çocuktan ikisi hasta olarak dünyaya geliyor.
İlkokul çağındaki çocuklar çalışıp para kazanıyorlar. Günde 100 Ruble
kazanıp bir kısmını mafyaya veriyorlar, kalanla ailelerini besliyorlar.
Şehirde hiçbir sınır yok, ahlak yok. Gazetelerde ilanlar şöyle: Her
yaştaki kadınla seks yapabilirsiniz.” (Stern, 1 Temmuz 1992)
Komünist rejimin ardında bıraktığı bu korkunç manzara, insanlara bir
kez daha din ahlakından uzak toplumların içine düşecekleri durumu
göstermesi açısından ibret vericidir.
“Kapitalizm”in Rusya’ya Yeni Bir Hediyesi Daha Var: Mafya
“Mafyanın hakimiyetinin giderek arttığı ve suç
örgütlerinin yaygınlaştığı Rusya’da hükümete el atan ve çileli Rus
halkının günlük yaşamını cehenneme çeviren gangsterler, büyük kentlerde
dehşet saçıyor. St.Petersburg gibi büyük kentlerin sokaklarında ‘mafya’
konuşuluyor. Sorun içten içe büyüyor ve bütün ülkeye yayılıyor. İç
İşleri Bakanlığı yetkilileri, ülkedeki gangster çetelerinin sayısının
neredeyse 3 bine ulaştığını belirtiyorlar. Halkın korku içinde
yaşamasına neden olan bu silahlı kişiler, milyonlarca dolar gasp ediyor,
uyuşturucu ve silah ticareti yapıyorlar. Aralarında yasal olmayan
yollardan milyarlarca dolarlık hammadde ihraç edenler de var.” (Milliyet
Gazetesi, 30 Eylül 1992)
Günümüzde Rusya’da çok dikkat çeken olaylardan birisi de pek çok eski
komünistin, kapitalizmin en ateşli savunucuları haline gelmiş
olmasıdır. Artık üstlendikleri görevleri ise “bir dogmanın yerine bir
başkasını getirmektir”:
“Bir zamanlar, Parti’nin başlıca propaganda organlarından
‘Komünist’in Yayın Yönetmeni olan Igor Gaydar, ultra liberalizmin en
ateşli savunucularından biri haline geliyor. Bir dogmanın yerini bir
başka dogma alıyor, toplumsal gerçeklik, duruma göre, ya propagandanın
ya da resmi istatistiklerin kıskacında yok oluyor.” (EP. 24-31 Ocak
1993)
Ahmet Altan ise, Rusya’daki kapitalistleşme sürecini şöyle yorumlamaktadır:
“Marx ölmedi. Onun öngördükleri gerçekleşiyor bugün… Ama
onun tahmin ettiği yoldan başka bir yolla gerçekleşiyor. Tek tek
devrimlerin yapılacağı çağ kapanıyor…” (Hürriyet Gazetesi, 6 Kasım 1989)
‘Stepne Rejim’, İslam’a Karşı El Altında
Moskova’da Yeltsin aleyhtarı gösteri yapan halk.
Tüm bu yaşananlar, elbette Leninist-Stalinist yöntemlerin rafa
kaldırıldığı anlamına gelmemektedir. Kapitalizmin alternatifi,
sistem-içi muhalefeti olarak ortaya atılan bu ideoloji, belli bir amaç
doğrultusunda gündemde tutulmaya devam edilmektedir.
Yeltsin’in “reform”ları halkın önemli bir bölümünden tepki görmesine
rağmen ısrarla uygulanmaktadır. Yeltsin’in Rusya’yı
“ahlaksızlaştırdığını” düşünen, Rus halkının bu bölümü de yine -belli
çevreler tarafından- hemen sistem-içi muhalefetin içine alınmaktadır.
Bir kısım lobilerin, CIA’in finanse edip desteklediği Yeltsin’in
karşısında yine, benzer odaklardan güç alan komünist muhalefet yer
almaktadır. Böylece kontrol dışı bir tepkinin gelişmesi de önlenmiş
olmaktadır.
Komünizm en büyük görevini İslam’a karşı uygulamaktadır. Sosyal
adalet, eşitlik gibi yalnızca din ahlakı ile elde edilebilecek insancıl
değerlerin sözde savunuculuğunu yapan bu rejim, İslam ahlakının
güçlenmesi tehlikesine karşı gündemde tutulmaya devam edilmektedir.
Tacikistan bunun bir örneğidir. Kapitalist yapıyı kabul etmeyen buradaki
toplum için, İslam yerine sahte anti-kapitalist rejim uygun görülmüş ve
zorla da olsa kabul ettirilmiştir. “Üçüncü dünya”, komünizmin en çok
gündemde tutulduğu bölgelerden bir diğeridir. Burada doğal olarak
“emperyalizm”e tepki duyan toplamlara çözüm olarak yine bu sistem-içi
muhalefet rejimi sunulmaktadır. Böylece bu ülkelerin halklarının da
emperyalizmin dışına çıkmaları engellenmektedir. Bu ülkelerin önemli bir
bölümünde yerleşebilecek potansiyeli olan İslam ahlakı da, bu şekilde
durdurulmaya çalışılmaktadır. Bu, sistem dışı bir muhalefettir çünkü.
Arap dünyasında da uzun bir süre İslam’a alternatif olarak
sosyalizm-komünizm körüklenmiştir. Nasır ve benzerleri, İsrail
yayılmacılığına karşı Araplara, sosyalist-ırkçı bir ideoloji
önermişlerdir. Bununla ne sonuç elde ettikleri ise ortadadır…
Ve komünizm, bir “stepne rejim” olarak dünyanın hemen her yerinde el
altında bulundurulmaktadır. Komünizme safça inanmış olan milyonlar ise
farkında olmadan, onların deyimiyle “burjuvazi”nin kendilerine
hazırladığı sistemin içinde kalmaktadırlar. Kilit noktadaki bazı
liderlerden dışında çoğu emperyalizmle, masonlukla, sömürüyle
savaştığını zannetmekte ve kimi zaman bunun için masum insanları dahi
öldürebilmektedirler.
Siyonizmin de kullanmak için elde tuttuğu değişik kanallar vardır.
“New York komünist gazetesi, The Daily Worker‘a
CIA yıllar boyunca para yardımında bulunmuştur. Worker’da çalışanların
ise bu yardımdan haberi yoktur.” (CIA, The Cult of Intelligence, Victor
Marchetti, John D. Marx. sf.167)
CIA’in 68 yılıyla özdeşleşmiş sosyalist hareket içindeki rolü de
ilginçtir. Hareketin lideri Herbert Marcuse, CIA ajanı olarak
bilinmektedir:
“… Marcuse, Frankfurt Okulu’nu Amerika’ya taşımış ve
başlangıçta Amerikan Askeri İstihbaratı adına, daha sonra da CIA adına
bilimsel çalışmalarını sürdürmüş ve ‘Tek Boyutlu Adam’, ‘Marxizm ve
İhtilal’ vb yapıtlarda bireysel terörizmi kutsamıştır. Marcuse’un
önerileri dünya gençliğini etkiledi ve onların eyleme itilmesinde etken
oldu. Nitekim 1969′da Paris’te ayaklanan gençlik 3 M’den oluşan
pankartlar taşıyordu: Marx, Mao, Marcuse… Yani sol iki kuramcı ve
uygulamacının yanında bir de CIA ajanı, sol kuramcı olarak
benimsenmişti.” (Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla, Talat Turhan, sf.132)
Marx’dan ve Rus Devrimi’nden bu yana komünizmin finansörleri olan
bazı sermayedarlar, bu yapay rejimi ayakta tutmaya devam etmektedirler.
Komünistlerin belki de en büyük düşmanı ve burjuvazinin simgesi olarak
gördükleri ABD’li sermayedar Rockefeller, gerçekte bu kontrollü
muhalefet rejimini destekleyenlerden biridir:
“Birçok Amerikalı, Rockefeller kuruluşlarının dünyanın
birçok yerinde kendini çekinmeden komünist organizasyonları finanse
etmeye adamasına anlam veremez.” (The World Order, A Study in Hegemony
of Parasitism, Eustace Mullins, sf. 51)